Şafii âlimlerinin büyüklerinden. İsmi Yahya bin Şeref, lakabı Muhyiddin, künyesi Ebû Zekeriyya’dır. 1233 (H.631) senesinin Muharrem ayında, Şam’ın güneyindeki Nevâ kasabasında doğdu. Doğduğu yere nispetle Nevevi denmiştir. 1277 (H.676) yılının Receb ayında vefat etti. Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya’yı, babası küçük yaşta Kur’an-ı kerim öğrenmesi için mektebe gönderdi. Kısa zamanda Kur’an-ı kerimi ezberledi. Zamanının âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsil etti. On dokuz yaşına gelince, babası, tahsil için, Şam’daki Revâhiyye Medresesine götürdü. Önce tıp okudu, sonra tamamiyle din ilimleri üzerinde çalıştı. Şafii mezhebinin temel kitaplarından olan Et-Tenbih ile Mühezzeb’in dörtte birini, dört buçuk ayda ezberledi. Kemâleddin Sellâr Erbili, İzzeddin Ömer Erbili, Kemâleddin İshâk bin Ahmed hazretlerinin derslerine devam etti ve fıkıh ilmini öğrendi. İzzeddin Ömer Erbili’ye çok hizmet etti. Her gün hocalarından on iki ayrı ilim okurdu. Zamanla, usûl, nahiv, lügat ve benzeri ilimlerin inceliklerine vakıf oldu. Hâfız Zeyn Hâlid Nablüsi, Radi bin Bürkân, İbni Abdüddâim, Ebi Muhammed İsmâil bin Ebi Yüsr ve birçok âlimden hadis ilmini öğrendi. Kısa zamanda, ilimde devrinin en büyük âlimlerinden oldu ve insanlığın saadeti için pek çok kitap yazdı. Şafii mezhebinin esaslarını kitaplarında bildirdi. Kendisinden; Şeyh el-Mizzi, Ebul-Hasan Attar ve pek çok âlim ilim tahsil ettiler. İki kere hacca gitti. 1266 senesinde, Dâr-i Hadis-i Eşrefiyyede ders verdi. Vefatına kadar, bu vazifesinin karşılığında hiç para almadı. Mübarek sakalında birkaç beyaz kıl vardı. Kendisindeki sekine ve vekâr hâli herkes tarafından görünürdü. İmam-ı Nevevi hazretleri ömrünün sonlarına doğru, üzerindeki emanetleri sahiplerine verip, borçlarını ödedi. Kitaplarını kütüphaneye verdi. Nevâ’da, doğduğu evde günlerce hasta yattıktan sonra vefat etti. Türbesi ziyaret edilmekte, aşıkları mübarek ruhundan feyz almaktadır. İmam-ı Nevevi hazretleri, geçinmede kanaat üzere olup, nefsi ve dünyevi arzu ve isteklerden geçmişti. Allahü teâlâdan çok korkardı. Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibadet ve taatle geçirirdi. İlim tahsilinde gayretli olup, salih ameller yapmakta sabrı çoktu. Şam halkının yediği şeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanından getirdiği, tam helal olduğunu bildiği şeyleri yemekle kanaat ederdi. Yirmi dört saatte bir defa, yatsıdan sonra yemek yerdi. Yine günde bir defa, sahur vaktinde su içerdi. O diyarın âdeti olan kar suyu içme âdetini yapmazdı. Bekar idi. Hiç evlenmedi. Geceleri uyumaz, ibadet eder ve kitap yazardı. Devlet reislerine, valilere ve diğerlerine emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunurdu. Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından sakınmak lazım olduğunu anlatırdı. Bu işte hiç müdahene etmez ve gevşeklik göstermezdi. İmam-ı Nevevi hazretlerinin, Kütüb-i Sitte’de geçen hadislerden topladığı Riyâd-üs-Salihin isimli eseri meşhurdur. Buyurdu ki;İnsanlar Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. İnsanlar saadete kavuşmak için yaratılış gayelerine dikkat etmeli ve dünyaya düşkün olmaktan kaçınmalıdır. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir. Ahirette saadete kavuşmak için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı kimseler bu fani dünyaya düşkün olmayıp kulluk vazifesini hakkıyla yapanlardır.Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihya etmek, bütün geceyi ihya etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. Eserleri:İmam-ı Nevevi hazretlerinin yazdığı eserlerin sayısı çoktur. Okuyanlar çok istifade etmektedir. Eserlerinden bazıları şunlardır: Ravda; fıkıhla ilgilidir. Riyâd-üs-Salihin; hadis üzerinedir. Hadis-i şeriflerin şerhi hakkında, Şerh-i Sahih-i Müslim’i vardır. Hadis ricâlinin isimlerini harf sırası ile bildiren Tehzib-ül-Esmâ adlı büyük bir kitabı, ayrıca; Lügat-üt-Tenbih, Tıbyân, Minhâc gibi eserleri de vardır.
17 Ağustos 2007 Cuma
İmam-ı Nevevi
İmam-ı Taberani
Meşhur tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinden. İsmi, Süleymân bin Ahmed bin Eyyub bin Mutayr eş-Şâmi el-Lahmi et- Taberani ; künyesi Ebul-Kasım’dır. 873 (H.260) senesi Safer ayında Şam’ın Taberiyye kasabasında doğdu. İsfehan’a yerleşti. 970 (H.360) senesi Zilkâde ayının sonlarına doğru 100 yaşlarında vefat etti. İsfehan şehrinin girişinde Resulullahın Eshabından olan Hammâd ed-Devri’nin kabri yanına defnedildi. Taberani ; Hâşim bin Mürsed et- Taberani , Ebu Zür’a-es-Sekafi, İshâk ed-Debri, İdris el-Attar, Beşir bin Musâ, Hafs bin Ömer, Abdullah bin Mahmud bin Said bin Ebi Meryem, Ali bin Abdülaziz el-Begâvi, Mikdâm bin Dâvud er-Re’yini, Yahya bin Eyyub el-Allât, Ebu Abdurrahman en-Nesai gibi pek çok âlimden ilim öğrendi ve hadis-i şerif rivayetinde bulundu. Kendisinden de; Ebu Huleyfe el-Cemhi, İbni Ukde, Ebu Nuaym el-Hâfız, Ebu Hüseyin bin Fâzişâh, Abdân, Câfer el-Feryâbi, Ebu Abdullah bin Merde el-Hâfız ve daha birçok âlim ilim öğrendi ve hadis-i şerif rivayet etti. Büyük hadis âlimlerinden olan Taberani hazretleri, güvenilir, sağlam, hadiste hüccet, yani üç yüz binden fazla hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen unvanına sahiptir. Onun ilmi ve rivayet ettiği hadis-i şerifler, bütün İslam âlemine yayıldı. Kendisine; “Bu kadar hadis-i şerifi ezberleme bahtiyârlığına nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda; “Otuz sene kuru hasır üzerinde uyudum” buyurdu. İlim tahsili için rahatı terk ederek sade bir hayat yaşadı. Otuz üç sene ilim uğrunda seyahat yaptı. Bu yolda fedakârlıktan kaçınmadı. Her işini Allahü teâlânın rızası için yapar ve insanları Cehennem ateşinden kurtarmak için çalışırdı. Talebelerinden Ebu Abbas Şirazi, Taberani ’den üç yüz bin hadis-i şerif yazdığını, güvenilir, sağlam bir muhaddis olduğunu bildirmekte ve hocasının ne derece ilim sahibi olduğunu vesikalandırmaktadır. Yazmış olduğu başlıca eserleri; Mu’cem-ül-Kebir, Mu’cem-ül-Evsat ve Mu’cem-üs-Sagir’dir.
İmam-ı Beyheki
Meşhur hadis ve fıkıh âlimi. İsmi Ahmed bin Hüseyin, künyesi Ebu Bekir'dir. Nişabur'un Beyhek kasabasından olduğu için Beyheki diye meşhur olmuştur. Beyhek kasabasına bağlı Hüsrevcird köyünde 994 (H. 384) senesinde doğdu, 1066 (H. 458)da Nişabur'da vefat etti. Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Beyheki zekasının keskinliği, hafızasının kuvveti, öğrendiği şeyler üzerindeki arzusu ve ilim öğrenmekteki ihlası ile hocalarının dikkatlerini üzerine topladı. Beyheki; Horasan, Bağdat, Kufe ve Mekke gibi ilim merkezlerinde zamanın âlimlerinden akli ve nakli ilimleri tahsil etti. Yüzden fazla hocadan hadis öğrendi. Ebul-Feth Nasır bin Muhammed Ümeri'den fıkıh ilmini, Hakim'den hadis ilmini, İbni Fürek'ten kelam ilmini, Ebu Ali Rodbari'den tasavvuf ilmini öğrendi. Büyük âlim oldu, kendisine ilmin minaresi denildi. Pek çok âlim yetiştirdi. Şeyhülislam Ebu İsmail el-Ensari, Zahir bin Tahir, Ebu Abdullah el-Feravi, oğlu İsmail bin Ahmed onun yetiştirdiği âlimlerdendir. Kelam ilminde Ehl-i sünnet itikadına büyük hizmetler yaptı. Çeşitli ilimlerde bilhassa hadis, fıkıh ve kelam ilmine ait binden ziyade eser yazdı. Horasan'da hadis ilminde onun izni olmadan, o icazet (diploma) vermeden kimse hadis ilminden söz edemezdi. Şafii fıkhı öğretmesi için Nişabur'a çağrıldı. Her ne kadar memleketine dönmek istediyse de 9 Nisan 1066 (H. 10 Cemazilevvel 458) da vefat etti. Cenazesi yakın olan Beyhek kasabasına götürüldü. İlim ve fazilette yüksek bir zat olan Beyheki hazretleri, devamlı okur, araştırır, tasnif eder, eserlerini öğrencilerine okutur, ilimle meşgul olur, fakirliğe sabreder, halinden hiç şikayet etmezdi. Az yer az içerdi. Kırk dört yaşından sonra vefatına kadar otuz sene bayram günleri hariç devamlı oruç tutmuştur. Eserleri1) Es-Sünen-ül-Kübra: Hadis-i şerif kitabı olup, on cilttir. Eshab-ı kiram ve Tabiinin isimleri, senet ve ravileri içerisine alan bir fihristi vardır. 2) Es-Sünen-üs-Sugra: İki cilttir. 3) Kitabü'l-Esma ves-Sıfat: İki cilttir. 4) Delail-ün-Nübüvve: Üç cilttir. 5) Menakıb-üş-Şafi6) Marifet-üs-Sünen vel Asar: Eser dört cilttir. 7) Şu'ab-ül-İman8) Et-Tergib vet-Terhib9) Kitab-üz-Zühd-il-Kebir10) El-Ba'sü ven-Nüşur11) Fedail-üs-Sahabe12) El-Medhal iles-Sünenil-Kübra13) El-Mebsut14) El-Adab15) El-İtikad ala Mezhep-is-Selefi Ehlis-Sünneti vel-Cema'a16) Ahkâm-ül-Kur'an
İmam-ı Nesai
İmam-ı Nesai
Büyük hadis ve fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Abdurrahmân; ismi, Ahmed bin Şuayb bin Ali bin Sinân bin Bahr bin Dînâr’dır. İmâm-ı Nesâî diye meşhûrdur. Aslen Horasan’ın Nesâ şehrindendir. 830 (H. 214) yılında orada doğdu. 915 (H.303)te Filistin’in Remle şehrinde vefât etti. Mekke’de vefât ettiği veya Hâricîler tarafından şehit edildiği de bildirilmektedir. Hadîs ilminde imâmdı, yâni üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvileriyle birlikte ezbere bilirdi. Yazdığı Sünen-i Sagîr’i, Kütüb-i Sitte adı verilen altı büyük hadis kitabından biridir. Hadis ilminde rumuzu sin (s)’dir.
İlim tahsiline Horasan’da başlayan İmâm-ı Nesâî; Irak, Şam, Mısır, Hicâz (Mekke ve Medîne) ve Cezîre (bugünkü Cizre civârı) âlimlerinden ders aldı. Mısır’da yerleşti. On beş yaşında Kuteybe bin Saîd’e talebe olup, bir sene iki ay yanında kaldı. İshâk bin Râhaveyh, Hişâm bin Ammâr, Îsâ bin Hammâd, Hüseyin bin Mansûr Sülemî, Amr binZürâre, Muhammed bin Nasr-i Mervezî, Süveyd bin Nasr, Ebû Kureyb, Muhammed bin Râfiî, Ali bin Hucr, Ebû Yezîd Cermî, Ebû Dâvûd Süleymân Eş’as, Yûnus bin Abdila’lâ, Muhammed bin Geylân ve daha birçok âlimden ders aldı. Onların bir çoğundan hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyet etti.
Hadis ilminde zamânının bir tânesi olan İmâm-ı Nesâî, Mısır âlimlerinin en fakîhiydi. Haramlardan sakınmakta ve ibâdetlere düşkünlükte eşi yoktu. Her yaptığı iş, her söylediği söz, Allahü teâlânın rızâsı içindi. İmâm-ı Nesâî’nin hadîs-i şerîf rivâyetinde râvîlere koyduğu şartlar, Buhârî ve Müslim’den daha sıkıydı. Hadis ravîlerinin güvenilir olup olmamasındaki tesbitlerine bütün âlimler îtibâr ederlerdi.
İmâm-ı Nesâî hazretlerinden; Ebû Bişr Devlâbî, Ebû Ali Nişâbûrî, Hamza bin Muhammed Kesâsî, Ebû Bekr Ahmed bin İshâk, Muhammed bin Abdullah bin Hayyûye, Ebü’l-Kâsım Taberânî, Fakîh Ebû Câfer Tahâvî ve daha birçok âlim ilim tahsil edip, hadîs-i şerîf rivâyet etti.
İmâm-ı Nesâî hazretleri, ilk önce yazdığı Sünen-i Kebîr’inde, hadîs-i şerîflerin kaynakları ve toplanması hakkında bilgiler verip, şartlarına uyan hadîs-i şerîfleri yazdı. Zamânın vâlilerinden birinin; “Kitabındaki hadîs-i şerîflerin hepsinin sıhhat derecesi aynı mıdır?” sorusu üzerine, yeniden seçmeler yaparak, Sünen-i Kebîr’i kısalttı. İsnâd edilen râvîlerine, âlimlerin îtirâz ettikleri hiçbir hadîs-i şerîfi almadı. Bu eserine, kendisi Müctenâ adını vermesine rağmen Sünen-i Sagîr adıyla meşhûr oldu. Şimdi, daha çok Sünen-i Nesâî adıyla bilinmektedir. Bu kıymetli eser, altı meşhur hadis kitabından biri olarak Müslümanların baş tâcı oldu.
İmâm-ı Nesâî hazretleri, ömrünün sonuna doğru Şam’a gitti. Orada hazret-i Ali’yi kötüleyen hâricîlerden bâzı kimseler gördü. Bunun üzerine hazret-i Ali ve Ehl-i Beyt-i Nebevî’yi öven Kitâb-ül-Hasâis fî Fadli Ali bin Ebî Tâlib ve Ehl-i Beyt adlı eserini yazdı. Bu eserindeki hadîs-i şerîflerin çoğunu Ahmed bin Hanbel hazretlerinin rivâyetlerinden aldı. Bu kitabını niçin yazdığını bilmeyen bâzı kimseler; “Şeyhayn’ın yâni Ebû Bekr ve Ömer’in (radıyallahü anhüm) üstünlüklerini niçin yazmadın?” dediler. Bunun üzerine; Fedâil-üs-Sahâbe adlı Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) üstünlük ve fazîletlerini anlatan kitabını yazdı, Müsned-i Ali, Müsned-i Mâlik ve Duafâ ve’l-Metrûkîn adlı kitaplar, onun pek kıymetli eserleri arasındadır. Sonuncusu, basılmıştır.
İmâm-ı Nesâî hazretlerinin Sünen-i Sagîr’inde rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Besmele ile başlanmayan mühim işlerde, hayır ve bereket bulunmaz.
Allahü teâlâ bu dîni, âhiretten nasîbi olmayan kimselerle de kuvvetlendirir.
Allahü teâlâ üç kişiye buğzeder. Bunlar; yaşlandığı hâlde zinâ edenler, verdiğini başa kakan cimriler ve kibirlenen fakirlerdir.
Cimrilikle îmân bir kalpte toplanmaz.
Üç şeyden uzak olduğu hâlde ölen Cennet’e girer. Bunlar kibir, borç ve azgınlıktır.
Gördüğü iyilikleri gizleyip, gördüğü kötülükleri teşhir eden kötü komşudan Allah’a sığının.
Üç kişiye acıyın: Câhiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve kabîle arasında hâtırlı iken îtibârını kaybedene.
İmam-ı Ebu Davud
Kütüb-i Sitte denilen meşhur altı hadîs-i şerîf kitâbından biri olan Sünen-i Ebû Dâvûd’un sâhibi. İsmi, Süleymân bin Eş’as bin İshâk bin Beşir’dir. Ebû Dâvûd künyesiyle meşhur olup, Sicistânî nisbesiyle bilinir. 817 (H.202)’de Sicistan’da doğdu. 889 (H.275)’de Basra’da vefât etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Ebû Dâvûd Sicistânî; Horasan, Şam, Irak, Hicaz, Mısır gibi ilim merkezlerine giderek zamânının tanınmış âlimlerinden ilim tahsil etti ve hadîs-i şerîf dinledi. Tefsir ve Hanbelî fıkhını da tahsil edip, yüksek ilmî dereceye ulaştı. Hadîs-i şerîf öğrenmek için uzun yolculuklar yaptı. Müslim bin İbrâhim, Süleymân bin Harb, Ebû Ma’mer el-Mak’ad, Yahyâ bin Maîn, Ahmed bin Hanbel gibi büyük âlimlerden rivâyetlerde bulundu. Hadis ilminde sika (güvenilir) bir âlim olan ve ilmî derece bakımından İmâm-ı Buhârî ve İmâm-ı Müslim’den sonra gelen Ebû Dâvûd Sicistânî’den, Bağdat’ta bulunduğu sırada, oğlu Abdullah, Ebû Abdurrahmân en-Nesâî, Ahmed bin Muhammed bin Hârun ve başka âlimler rivâyette bulundular. Beş yüz bin hadîs-i şerîf yazan Ebû Dâvûd Sicistânî, bunlardan seçtiği 4800 hadîs-i şerîfi ihtivâ eden meşhûr Sünen kitabını telif etti. Bilhassa fıkhî konularla ilgili hadîs-i şerîfleri topladığı ve bu hususta pek kıymetli bir kaynak olan bu kitabını İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’e arz edip, onun takdirine kavuştu.
Mu’cem kitaplarında ve hadîs-i şerîf fihristlerinde D (dal) harfiyle ifâde edilen Sünen-i Ebû Dâvûd’a daha sonraki zamanlarda birçok şerhler yazılmıştır. Bu şerhlerden; Azîmâbâdî’nin yazdığı Avn-ül Ma’bûd, Hattâbî tarafından yazılan Meâlim-üs-Sünen, İmâm-ı Süyûtî tarafından yazılan Mirkâd-üs-Süûd ilâ Sünen-i Ebî Dâvûd adlı eserler zikredilebilir. Son zamanlarda yazılan El-Menhel-ül-Azb-ül-Mevrûd adlı şerh yarım kalmış, daha sonra üzerine tekmile yazılarak basılmıştır.
Ebû Dâvûd, beş yüz bin hadîs-i şerîf içinden seçtiği 4800 hadîs-i şerîften şu dördünün insanlar için çok önemli olduğunu bildirmiştir.
Ameller niyetlere göredir.
İnsanların kendisine faydası olmayan şeyleri terk etmesi müslümanlığın güzelliğindendir.
Bir mümin kendisi için istediği ve sevdiği bir şeyi, (din) kardeşi için de istemedikçe îmânı kâmil olmaz.
Helâl meydanda, haram da meydandadır. Bunların arasında şüpheli şeyler vardır. Harama düşmemek için bu şüphelilerden sakınmak lâzımdır.
Ebû Dâvûd Sicistânî, ilmiyle amel eden güzel ahlâk sâhibi bir kimseydi. Büyük bir Hadîs âlimi olduğu için, Resûlullah efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmaya çok çalışırdı.
Eserleri: Ebû Dâvûd Sicistânî’nin Sünen-i Ebû Dâvûd adlı eserinden başka, Kitâb-ı Merâsil ile Delâil-ün-Nübüvve adlı eserleri de vardır.
İmam-ı Tirmizi
Velî ve büyük hadis âlimi. İsmi, Muhammed bin Ali bin Hasan bin Bişr ez-Zâhid, künyesi Ebû Abdullah’tır. Doğum târihi bilinmeyen Hakîm-i Tirmizî, doğum yeri olan Tirmiz’de uzun müddet kaldı. Sonra Belh’e gitti. Orda bir müddet kaldıktan sonra Nişâbûr’a geldi. 932 (H. 320) senesinde şehid edildi.
Hakîm-i Tirmizî; babasından, Kuteybe bin Sa’îd, Hasan bin Ömer, Sâlih bin Abdullah Tirmizî, Sâlih bin Muhammed Tirmizî, Ali bin Hucr es-Sa’dî, Yahyâ bin Mûsâ, Utbe bin Abdullah el-Mervezî, Abbâd bin Ya’kûb ed-Devrâk, Süfyân bin Vekî ile Horasan ve Irak’taki muhaddislerden hadîs-i şerîf öğrenmiştir. Yahyâ bin Mansûr el-Kâdı, Hasan bin Ali, Nişâbûr âlimleri ve daha pekçok âlim de ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Pekçok kitâbı olan Hakîm-i Tirmizî, Ebû Türâb Nahşebî, Ahmed bin Hadraveyh ve İbn-i Celâ gibi evliyâ ile sohbet etmiş, berâber bulunmuş ve onlardan çok faydalanmıştır. Çok hadîs-i şerîf toplamış, zâhit ve âbit bir zât olan Hakîm-i Tirmizî’nin yazdığı kitapların ekserisi basılmıştır.
Sünnet-i seniyyeye tam uyan, ilmiyle âmil, ümmet-i Muhammed’in büyüklerinden olan Hakîm-i Tirmizî, zamânın evliyâsından olup, herkes tarafından övülmüştür. İnce mânâları açıklama ve îzâh husûsunda üstat, hadis ilminde ise sika (sağlam, güvenilir) bir âlimdi. Sözleri kıymetli olup, hilmi (yumuşaklığı) pek ziyâde, şefkati çok ve ahlâkı pek güzeldi. Peygamberimizin mübârek ahlâkı onda görülürdü.
Buyurdu ki: “Âhirette kurtulmak, ibâdet ve amelin çok olmasıyla değil, amellerin ihlâslı ve edeblerine uygun yapılması iledir.” “Mü’minin neş’esi yüzünde, hüznü kalbindedir.” “Nefsin, sende olduğu hâlde, Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki nefsin, daha kendisini bile tanımamıştır. Rabbini nasıl tanısın?” “Kanâat nedir?” diye sorulunca, “İnsanın kısmetine düşen rızkına râzı olmasıdır.” cevâbını vermişti.
Kendisine; “Îmânın gitmesine en çok sebeb olan günah nedir?” diye sordular. Buyurdu ki: “Üç günah vardır: Birincisi, îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek; ikincisi, îmânın gitmesinden korkmamak; üçüncüsü, mü’minleri incitmek ve onlara eziyet etmek. Biliniz ki, haksız yere bir Müslümanı incitmek, Kâbe’yi yetmiş defâ yıkmaktan daha büyük günahtır. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem böyle buyurmuştur.”
Eserleri: Hakîm-i Tirmizî’nin pekçok risâleleri mevcud olmakla berâber, yazdığı meşhur kitapları; Kitâb-ül-Furûk, Hatm-ül-Vilâye ve’l-İ’lel-üş-Şer’iyye, Nevâdir-ül-Usûl fî Ehâdis-ir-Resûl, Gars-ül-Muvahhidîn, Er-Riyâdatü ve Edeb-ün-Nefs, Gavr-ül-Umûr, El-Menâhî, Şerh-üs-Salât, El-Mesâil-ül-Meknûne, El-Ekyâs ve’l-Mu’terrîn, Beyân-ül-Fark Beyn-es-Sadr, El-Akl ve’l-Hevâ’dır. Bunların dördü hâriç, diğerleri basılmıştır. Bâzı risâleleri de, yakın zamanda Şam’da tekrar basılmıştır.
Copyright © HuzuraDogru
İmam-ı ibni Mace
İmam-ı ibni Mace
Hadis âlimlerinin büyüklerinden. Kütüb-i Sitte denilen altı sahih hadîs-i şerîf kitabından Sünen-i İbn-i Mâce adlı eserin müellifi. İsmi Muhammed bin Yezid olup, künyesiEbû Abdullah’tır. 824 (H.209)te Kazvin’de doğduğu için Kazvînî adıyla bilinir. İbn-i Mâce diye meşhur oldu. 886 (H. 273)da vefât etti.
Basra, Bağdat, Kûfe, Mekke-i mükerreme, Şam, Mısır, Horasan ve Rey gibi zamânının ilim merkezlerine giderek, hadîs-i şerîf ve onunla alâkalı ilimleri tahsil etti. Gittiği bu merkezlerde büyük hadis âlimleriyle karşılaşarak, onlardan istifâde etti. Leys, İbrâhim bin el-Münzîr, Muhammed bin Abdullah bin Numeyr ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf öğrendi. Hadis ilminde yüksek dereceye ulaştı. Ebü’l-Hasan el-Kattân, Ahmed bin Ravh el-Bağdâdî, Muhammed bin Îsâ el-Ebherî gibi âlimler ondan hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
Zamânındaki ve daha sonraki asırlarda yetişen hadis âlimlerince sika (güvenilir) olduğu bildirilen İbn-i Mâce, içerisinde 4000 hadîs-i şerîf bulunan Sünen-i İbn-i Mâce’yi te’lif etti. Kütüb-i Sitte’nin içerisinde altıncı olarak kabul edilen bu kıymetli eser, hadîs-i şerîf fihristlerinde ve mu’cemlerde, (MC) harfleriyle gösterilmektedir.
Tefsir ilminde de derin âlim olan İbn-i Mâce’nin (rahmetullahi aleyh) Tefsîr-i Kur’ân adlı bir eseri ile doğduğu ve büyüdüğü yer olan Kazvin’in târihi ile ilgili kitapları oldukça kıymetlidir.
İbn-i Mâce’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Müslümanlar hakkında en hayırlı ev, içinde yetime ihsân olunan evdir. En kötü ev ise yetime kötülük yapılan evdir. Ben ve yetimin bakıcısı olan kimse Cennet’te şu iki gibiyiz. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu sırada mübârek iki parmağını gösteriyordu.
Sizin hayırlınız, Kur’ân-ı kerîmi öğrenen ve öğreten kimselerdir.
Sizin hayırlınız, kadınları için hayırlı olanlarınızdır.
İmam-ı Müslim
İmâm-ı Müslim rahmetullahi aleyh, zamânının büyük hadis âlimlerinden hadîs-i şerîf dinlemek ve öğrenmek için, Hicâz, Irak, Şam ve Mısır’ı dolaştı. Yahyâ bin Yahyâ en-Nişâbûrî, Ahmed bin Hanbel, Kuteybe bin Sa’îd, Ebû Bekr bin Ebî Şeybe, Osman bin Ebî Şeybe, İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin talebelerinden Harmele bin Yahyâ gibi büyük âlimlerden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyette bulundu. Ondan da; Ebû Îsâ et-Tirmizî, Yahyâ bin Sa’îd, Muhammed bin Mahled, Mekkî bin Abdan ve daha başka âlimler, hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Bağdat’a birkaç defâ gelen İmâm-ı Müslim hazretlerinden Bağdatâlimleri de hadîs-i şerîf dinleyip rivâyette bulunmuşlardır. En son 872 senesinde Bağdat’a gelmiştir.
İmâm-ı Buhârîrahmetullahi aleyh ile Nişâbûr’da görüşmüş, onun ilim meclisine devâm etmiştir. İmâm-ı Müslim, İmâm-ı Buhârî ile bir hadîs-i şerîfin müzâkeresini yaparken; İmâm-ı Buhârî, hadîs-i şerîfin senedinde, onun bilmediği bir illeti gösterince, İmâm-ı Müslim ayağa kalkarak Buhârî’nin alnından öpmüş ve medihte bulunmuştur. İmâm-ı Buhârî hazretleri için; “Sana buğzedenler, ancak hasedinden buğzeder. Dünyâda bir benzerin olmadığına şehâdet ederim” demiştir.
Hadîs-i şerîf öğrenmek ve öğretmek için pekçok seyâhat yapan İmâm-ı Müslim hazretleri, ömrünün son yıllarını Nişâbûr’da geçirmiş, orada hadîs-i şerîf dersi vermiş ve ticâretle meşgûl olmuştur.
Eserleri:1) Sahîh-i Müslim: Kütüb-i Sitte’nin ikincisi olup, içinde 7.275 hadîs-i şerîf vardır. Bunları, bizzât kendisinin topladığı, 300.000 hadîs-i şerîf arasından seçmiştir. Kitap 52 kitaba ayrılmış fakat bâblara bölünmemiştir. Buhârî ise, kitapları ayrıca bâblara ayırmıştır. Her bâb için de lüzumlu açıklamalarda bulunmuştur. Müslim’in diğer bir husûsiyeti de, isnâd üzerinde önemle durmuş olmasıdır. Çünkü o, Sâhîh’inde biraz farklı metinler için, değişik isnâdlar vermiştir. Bunlar, metinde (hâ) harfiyle gösterilmiştir. Bu (hâ) tahvil veya havâle (hâ)’sıdır. Sahîh’inin baş kısmında, hadis ilmiyle alâkalı mühim bir açıklama vardır. Bütün bu özelliklerine rağmen, Sahîh-i Müslim, Buhârî’nin Sahîh’inden sonra gelir.
İmâm-ı Müslim; “İşbu Müsned-i Sahîh’i, dinlediğim üç yüz bin hadîs-i şerîf arasından seçerek tasnif ettim” buyurmuştur. Hadîs ilminde Müslim (M) harfi ile gösterilir.
İmâm-ı Müslim’in bu eseri üzerine çok şerhler yazılmıştır. Abdül Gafûr ibni İsmâil el-Fârisî’nin yaptığı El-Mefhum fî Şerhi Garibi Müslim adlı şerhi, Ebü’l-Kâsım İsmâil bin Muhammed’in Şerhu Müslim adıyla yaptığı şerh ve Muhyiddin Ebû Zekeriyyâ Yahyâ en-Nevevî’nin El-Minhâc fî Şerhi Sahîh-i Müslim adıyla yaptığı şerh gibi daha birçok şerhi vardır.
2) El-Müsned-ül-Kebîr, 3) El-Câmi’ Ale’l-Ebvâb, 4) El-Esmâ ve’l-Kûnâ, 5) El-Efrâd vel-Vuhdân, 6) Tesmiyetü Şuyûhu Mâlik ve Süfyân ve Şu’be, 7) Kitâb ül-Muhadramîn, 8) Kitâbu Evlâd-is-Sahâbe, 9) Evhâm-ül-Muhaddirîn, 10) Et-Tabakât, 11) Efrâd-üş-Şâmiyîn, 12) Et-Temyîz, 13) El-İlel.
İmâm-ı Müslim’in rahmetullahi aleyh, Sahîh-i Müslim’de bildirdiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
Cehennem, nefsin arzu ettiği, Cennet ise, nefsin sevmediği şeylerle kuşatılmıştır.
Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret bile olsa, hiçbir iyiliği hor görme.
Bir Müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden; insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o Müslüman için sadaka olur.
Allahü teâlâ, kulunun yemek yedikten sonra yâhut bir şey içtikten sonra kendisine hamdetmesinden râzı olur.
Müminler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücut gibidir. Vücûdun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, diğer âzâları da bu yüzden humma ve uykusuzluğa tutulurlar.
İnsanlara merhamet etmeyen kimseye, Allahü teâlâ merhamet etmez!
Ana ve babasının ihtiyârlık zamanlarında, bunlardan birine veya her ikisine yetişip de (bunlara lâyık oldukları hürmet ve saygıda bulunmadıklarından dolayı) Cennete giremeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün. diye üç defâ tekrarlamışlardır.
İmam-ı Buhari
Küçük yaşta babasını kaybeden Buhârî, ilk tahsiline doğum yeri olan Buhârâ’da başladı. Duâsı makbul sâlihâ bir hanım olan annesi, onun ve kardeşinin yetişmesi için gayret sarf etti. On yaşından îtibâren hadis âlimlerinin derslerine devâm etti. On beş yaşına girmeden 70.000 hadîs-i şerîfi ezberledi. Hadis ilminde kısa sürede o derece ilerledi ki, hocaları ile karşılıklı ilmî münâzaralarda bulunmaya başladı. Nitekim hocası Dâhilî, bâzı hadîs rivâyetlerindeki eksikliklerini onun yardımıyla tamamlamıştır. On altı yaşındayken Abdullah bin Mübârek ve Vekî bin Cerrâh’ın kitaplarını ezberledi. Fıkıh ilminde, müctehitlerin bildirdiklerini öğrendi. Sonra annesi ve kardeşiyle birlikte hacca gitti. Hac farîzasını îfâ ettikten sonra annesi ve kardeşi Buhârâ’ya döndüler, İmâm-ı Buhârî ise, Mekke’de kalıp, hadîs-i şerîf toplamaya başladı. On sekiz yaşındayken Sahâbe ve Tâbiîn fetvâlarını topladı. Abdullah bin Zübeyr el-Hamîdî’den Şâfiî fıkhını öğrendi. Bu arada Medîne-i münevvereye gidip Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyâret edip, geceleri kabr-i şerîf başında Târih-ul-Kebîr kitabını yazdı. Mekke ve Medîne’den başka, Bağdat, Basra, Kûfe, Mısır, Nişâbur, Belh, Merv, Askalan,Dımeşk, Hums, Rey ve Kayseriyye gibi ilim merkezlerini dolaşıp, hadis âlimleriyle görüşüp binden fazla âlimden hadis ve diğer ilimleri öğrenip nakletti.
Kuvvetli zekâya ve hâfızaya sâhib olan İmâm-ı Buhârî, işittiği hadîs-i şerîfi hemen ezberliyordu. Onunla hadîs-i şerîf dinleyenler yazdığı hâlde, o, yazma ihtiyâcını duymuyordu. Muhammed bin Selâm el-Bîkendî, İbrâhim bin el-Eş’âs, Ebû Âsım eş-Şeybânî, Abdurrahmân bin Muhammed bin Hammad, Hâlid bin Mahled, Ebû Nasr-il-Ferâdisî, Abdân bin Osmân el-Mervezî, Ali bin el-Medînî, Ahmed bin Hanbel, Yahyâ bin Ma’în, İshak bin Râheveyh, Süleymân bin Harb, Abdullah bin Zübeyr el-Hâmidî gibi hocalar elinde yetişti.
Buhârî, ilim tahsilini bitirdikten sonra, Mısır’dan Mâverâünnehr’e kadar tanınmış ilim merkezlerinde hadis ve çeşitli ilimler okuttu. Derslerinde binlerce talebe bulunurdu. Kendisinden 70.000’den fazla talebe hadis dinlemiştir. Bunlar arasında, Tirmizî, Nesâî, Ebû Zür’a ve Ebû Bekr bin Huzeyme, İbn-i Ebî Dâvûd, Muhammed bin Nasr-ul-Mervezî, Müslim bin Haccâc, İbn-i Ebiddünyâ gibi büyük ve tanınmış hadis âlimleri de vardı. Binlerce talebe yetiştirdikten sonra Nişâbur’a oradan da Buhâra’ya döndü. Bir müddet Buhâra’da kalıp, hadis ve ilim öğretmekle meşgul oldu. Bir rivâyete göre Buhâra vâlisi çocukları için özel ders verilmesini, buraya kimsenin girip, dersi dinlememesini istedi. Buhârî cevâbında; "Ben bir kısım kimseleri hadis dinlemekten men edip, birkaç kişiye hadis öğretmem." buyurdu. Bu durum vâliyle arasının açılmasına sebeb oldu. Buhâra’dan ayrıldı. Allahü teâlâya, şikâyet yoluyla vâlinin verdiği sıkıntıyı arz etti. Duâsı kabûl olup, aradan bir ay geçmeden vâli azledildi, zindana atıldı. Bu arada Semerkantlılar kendisini dâvet ettiler. Giderken yolda, Semerkantlılardan bir kısım insanların isteyip, bir kısmının istemediği haberini alınca, Hartenk köyünde kaldı. İşin iç yüzünü öğrenmek istemişti. İnsanların bu hâlinden kalbi daraldı ve canı sıkıldı. Teheccüt namazından sonra ellerini açıp; "Yâ Rabbî! Yeryüzü bu genişlikle bana dar oldu. Beni tarafına al!" diye duâ etti. O ay, orada hastalandı ve 870 yılının Ramazan bayramı gecesi Semerkant’tan 72 km uzaklıkta olan Hartenk’de vefât etti. Mezarı oradadır.
İmâm-ı Buhârî, çok cömerd olup, herkese iyilik ederdi. Fakîrlere çok sadaka verir, talebelerinin ihtiyaçlarını bizzat karşılardı. Bayram günleri hâriç bütün yılını oruçla geçirirdi. Haramlardan ve şüphelilerden dâima kaçar, gıybetten çok korkardı. "İsterim ki Rabbime kavuştuğumda hiç gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey için kimse beni aramasın." buyururdu. Gecenin ilk saatlerinde biraz uyur, sonra kalkar ilim ve ibâdetle meşgul olurdu. Kur’ân-ı kerîmi üç günde bir defâ hatmederdi.
Hadis ilminin ve hadis âlimlerinin önderi olan İmâm-ı Buhârî, yüz binlerce hadîs-i şerîfi ezberlemişti. Hadîs-i şerîfleri metinleri ve senetleriyle ezbere bilirdi. Hadîs-i şerîflerin râvîlerini çok inceler dînin emirlerine uymayan, edeplerini gözetmeyen, ahlâkında bir kusur olanların rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri almazdı. Hadîs-i şerîfin metnini ezberlediği gibi, o hadîs-i şerîfi rivâyet eden kimselerin, künyelerini, doğum ve ölüm târihlerini, ahlâk ve yaşayışlarını, kimden rivâyette bulunduklarını, o râvîden başka kimlerin hadîs-i şerîf aldığını öğrenir ve ezberlerdi. Bir kimse hadis rivâyetinde ve râvîlerin senedinde hatâya düşse, hemen İmâm-ı Buhârî’yi bulup sorar ve doğrusunu öğrenirdi. Gittiği her yerde, etrâfı hadîs-i şerîf almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup taşardı. İmâm-ı Buhârî’nin hadis ilmindeki rumuzu "HI" harfidir. Aynı zamanda tefsir ve kelâm ilimlerinde de üstâd olan İmâm-ı Buhârî’nin tefsire dâir bildirdiği rivâyetler tefsir âlimlerinin eserlerini süslemektedir. Kelâm ilmine dâir eserler de yazmıştır.
Eserleri: 1) Câmi-us-Sahîh: En büyük ve en meşhur eseridir. Sahîh-i Buhârî ismiyle de tanınır. İslâm âlimleri söz birliğiyle; "Kur’ân-ı kerîmden sonra en sahih kitap Sahîh-i Buhârî’dir." buyurmuşlardır. İmâm-ı Buhârî bu kitabı Mescid-i Harâm’da yazdı. Her hadîs-i şerîfi kitâbına yazmadan önce istihâre yapmıştır. Gusl edip, Kâbe’de makâmın gerisinde iki rekat namaz kılıp, koyduğu sağlam usûllere göre sahih olduğu kesin olarak belli olan hadîs-i şerîfleri yazmıştır. Bu kitabı müsveddeden temize çekme işini de Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi ile minberi arasında bulunan Ravda-i Mutahherada yaptı. Bu eserini nasıl yazdığını kendisi şöyle anlatmıştır: "Câmi-us-Sahîh kitâbını, 600.000 hadîs-i şerîf arasından seçtim. Her hadîs-i şerîfi kitaba koymadan önce gusledip, iki rekat namaz kılıp, istihâre yaptım. Ondan sonra hadîs-i şerîfi kitaba koydum. Bunları yapmadan hiçbir hadisi yazmadım. 7275 hadîs-i şerîf olan bu kitabı on altı yılda tamamladım."
Kütüb-ü Sitte adı verilen altı sahih hadis kitabının en başta geleni olan Sahîh-i Buhârî’nin, Ali el-Yünûnî tarafından el yazmasıyla çoğaltılan metni mûteber olmuştur. Bu nüshanın aslı Kâhire’de Akboğa Medresesi Kütüphânesindedir. Sahîh-i Buhârî’nin birçok şerhleri ve baskıları yapılmıştır. 1894’te Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Mısır’da yaptırılan iki cilt baskısı pek nefis, ciltlenmiş, altın tuğra ve nukûş ile süslenmiştir. Bu baskı Bulak’ta Emîriyye Matbaasında yapıldı. Zeynüddîn Ahmed Zebîdî, mukarrer rivâyetleri birleştirerek Buhârî-i Şerîf Tecrid-i Sarîh ismiyle kısaltılmıştır.
2) Târih-ul-Kebîr, 3)Târih-ul-Evsat, 4)Târih-us-Sagîr (Bu üç eser hadis râvîlerinin hayatlarını ve hadis ilmindeki yerlerini ihtivâ etmektedir.), 5) Kitâb-u Duafâ-is-Sağîre: Zayıf râvîlerin hallerinden bahseder. 6) Et-Târih fî Mârifeti Ruvât-ül-Hadîs, 7) Et-Tevârîh-ul-Ensab, 8) Kitâb-ül-Kûnâ, 9) El-Edeb-ül-Müfred (Ahlâkla ilgili hadîs-i şerîfleri toplayan eserdir.), 10) Ref’ul-Yedeyn fissalâti, 11) Kitâb-ül-Kırâati Half-el-İmâm, 12) Halk-ul-Ef’âl-il-İbâdi ver-Reddü alel-Cehmiyye, 13) El-Akide yâhut Et-Tevhîd: Kelâm ilmiyle ilgilidir. 14) El-Câmi-ul-Kebîr, 15) Et-Tefsîr-ül-Kebîr, 16) Kitâb-ül-Mebsût, 17) Esmâ-üs-Sahâbe.
Hadis Alimleri
Copyright © HuzuraDogru
İtikad İmamları 2
Ehl-i sünnetin îtikattaki iki imâmından biri. İsmi, Ali bin İsmâil’dir. Künyesi Ebü’l-Hasan olup, Eş’arî nisbesiyle meşhur olmuştur. Soyu, Eshâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye (radıyallahü anh) dayanmaktadır. 941 (H.330)de vefât etti. Küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline yönelen Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini zamânının meşhur âlimlerinden olan Zekeriyyâ bin Yahyâ es-Sâcî, Ebû Halîfe el-Cümeyhî, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yâkûb el-Mukrî, Abdurrahmân bin Halef ed-Dâbî’den öğrendi. Ebû İshâk Mervezî’nin hadis derslerine devâm etti. Üvey babası ve Mûtezile kelâmcılarından olan Ebû Ali el-Cübbâî’den kelâm ilmini öğrendi. Kırk yaşına kadar Mûtezile bozuk yolu üzerinde bulundu. Bu fırkanın meşhurları arasındaydı. Yazdığı kitaplarında Mutezilenin fikirlerini müdâfaa etti. Kırk yaşından sonra bozuk yolda olduğunu anladı. Tövbe edip Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tâbi oldu. Kendini yetiştirip, Ehl-i sünnetin iki imâmından biri oldu. Bu bozuk yoldan dönmesini şöyle anlatmaktadır: Üç defâ rüyâda Resûlullah efendimizi gördüm. Her seferinde bana; “Benden bildirilen mezheplere yardım eyle! Çünkü hak olan budur.” Üçüncü rüyâmda Peygamberimizden özür dileyip; “Ben meselelerin tasavvur ve delillerini öğrenmekte otuz yıl harcadığım mezhebi nasıl terk edeyim.” diye arz ettiğimde, Resûlullah efendimiz; “Eğer Allahü teâlânın sana kendi tarafından bir meded-i ilâhî ile imdâd etmesini yakînen bilmeseydim, sana böyle emir etmezdim.” buyurdu.Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî uyanınca; “Haktan öte, dalâletten başka bir şey yoktur.” deyip rü’yet ve şefâat hakkında ve diğer meselelerde olan hadîs-i şerîfleri inceledi. Bundan sonra on beş gün evinden çıkmayıp sonra Basra Câmiinde kürsüye çıkıp; “Ey insanlar! Bu kadar zamandır size görünmez oldum. Çünkü dikkatle inceledim ve insafla düşündüm. Yanımda yeterli delillerim vardı. Bir şeyi diğerine tercih edemedim. Sonunda Allahü teâlânın hakîkatı göstermesi üzerine önceki îtikatlarımın hepsinden çıktım, kurtuldum.” dedi. Önceden Mûtezile yolu üzere yazdıkları ve bildiklerinin yanlış olduğunu herkese bildirdi. Ehl-i sünnet îtikâdı üzere kitaplar yazıp, dağıttı. Ömrünün sonuna kadar bu doğru îtikâdın yayılması için uğraştı. Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile kelâm ilmi, mûtezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlıyken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman tesirli ve zararlı olan Mûtezile yolu mensupları, İmâm-ı Eş’arî tarafından susturuldu. Mûtezile taraftarlarını öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi onun karşısında cevap vermekten âciz kaldı. Üvey babası ve hocası olan Ebû Ali el-Cübbâî ile yaptığı münâzaralarda onu mağlub etti. Tasavvuftan pay almış olan Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî eser yazmak, münâzaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek sûretiyle Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması ve böylece insanların saâdete kavuşması husûsunda büyük hizmetler yaptı. Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebü’l-Hasan-ı Bâhilî, Kâdı Ebû Bekr Bâkıllânî, Ebû Abdullah bin Hafif Şîrâzî, Hâfız Ebû Bekr Cürcânî, Şeyh Ebû Muhammed Taberî el-Irakî, Zâhir bin Ahmed Serahsî, Ebû Abdullah es-Sayrafî gibi büyük âlimler yetiştirdiği talebelerden bâzılarıdır. Hayâtının kırk yaşından sonraki kısmını Ehl-i sünnetin müdâfaası ve Mûtezileye karşı mücâdeleyle geçiren Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî, 935 (H.324) veya 941 (H.330) târihinde Bağdat’ta vefât etti. Basra Kapısı ile Kerh arasındaki kabristana defnedildi. İmâm-ı Eş’arî, Ehl-i sünnetin îtikatta iki imâmından biridir. Îtikatta diğer imâm da, İmâm-ı Mâtürîdî’dir. Ehl-i sünnetin reisi ise İmâm-ı A’zam’dır. Eserleri: İmâm-ı Eş’arî’nin bilinen elli beş kadar eserinden bâzıları şunlardır: 1. Kitâb-ül-Füsûl: Mülhitler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehrîler ile zamânın ve âlemin kadîm olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapta; Brehmenler, Yahûdîler, Hıristiyanlar ve Mecûsîlere de cevaplar vermiştir. 2. Mûcez: On iki kitaptır. 3. Halk-ül-Ef’âl. 4. El-Luma fi’r-Reddi alâ Ehli’z-Zeygi ve’l Bida’ : Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın irâdesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitâa, va’d ve va’îd ve imâmet meselelerinden bahseden on bölüm ihtivâ eden kıymetli bir kitaptır. İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır.Yakın zamanda Mısır’da ve Beyrut’ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülâsa etmiş, Joselp Hell tarafından Almancaya tercüme edilmiştir. 5. Risâlet-ül-Îmân: Spitta Almancaya tercüme etmiştir. 6. Kitâb-ul-Funûn: Mülhitlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır. 7. Kitâb-ün-Nevâdir: Kelâm ilminin inceliklerini anlatır. 8. Dehrîlerin (dinsizlerin) Ehl-i tevhide karşı yaptıkları bütün îtirâzlarının toplandığı bir kitap. 9. El-Cevher fi’r-Reddi alâ Ehli’z-Zeygi ve’l-Münker. 10 Nazar, istidlâl ve şartları hakkında Mûtezile âlimlerinden Cübbâî’nin suâllerine verilen cevaplar. 11. Mekâlât-ül-Felâsife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makâleyi ihtivâ eder. Eserde İbn-i Kays ed-Dehrî’nin bâzı şüpheleri, Aristo’nun semâ (gök) ve âlem hakkındaki fikirleri çürütülmüş; hâdiseleri, saâdet ve şekâveti (kötü durumu) yıldızlara bağlayanlara lâzım gelen cevaplar verilmiştir. 12. Cevâb-ül-Horasâniyyîn: Çeşitli meseleleri ihtivâ eder. 13. Makâlât-ül-İslâmiyyîn: Bu eserinde îtikâdî fırkalardan ve kelâm ilminin ince meselelerinden bahsetmektedir. Mezhepler târihinin temel kitaplarından olan eser matbûdur (basılmıştır). 14. El-İbâne an Usûl-üd-Diyâne: Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış olup, bu husustaki delilleri içinde toplamaktadır. İngilizce tercümesi ile birlikte basılmıştır. 15. Kavl-ül-Cumlât. 16. Eshâb-ül-Hadîs ve Ehl-üs-Sünne fi’l-Îtikâd (Basılmamıştır). 17. Risâlet-ül-İstihsân el-Havdu fî İlm-il-Kelâm: Basılmıştır. İngilizce tercümesi vardır. 18. Îzâh-ül-Bürhân et-Tebyîn alâ Usûliddîn. 19. Kitâb-ül-Ulûm. 20. Tefsîr-ül-Kur’ân eş-Şerh vet-Tafsîl: İbn-i Asâkir’in bildirdiğine göre, Ebü’l-Hasan Eş’arî’nin tefsiri 70 veya 300 ciltti. İmâm-ı Eş’arî’nin ayrıca Risâle Ketebehâ ilâ Ehli’s-Sugur bi Bâb-ül-Evbâb adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas Dağlarının Hazar Denizi ile bitiştiği yerde Bâb-ül-Ebvâb (Demirkapı yâhut Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemâat akâidini geniş olarak anlatmaktadır.
Copyright © HuzuraDogru
İtikad İmamları
Copyright © HuzuraDogru
12 Ağustos 2007 Pazar
Mezhep İmamları 4
Ailesi Merv’den gelerek Bağdat’a yerleşen Ahmed bin Hanbel, küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başladı. Bu sırada önemli bir ilim merkezi olan Bağdat’ta birçok alimden lügat, hadis, fıkıh, tefsir ve kıraat ilimlerini tahsil etti. Eshab-ı kiram ve Tabiinden gelen rivayetleri öğrendi. 15-16 yaşlarındayken akranları arasında ciddiyeti, çalışkanlığı, haramlardan kaçması, sabrı ve güzel ahlakı ile üstün oldu. İmam-ı A'zam’ın talebesi Ebu Yusuf’tan fıkıh ve hadis ilimlerini öğrendi. Üç sene müddetle zamanın büyük alimlerinden Huşeym’in derslerine devam etti. Basra, Kufe, Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere, Şam ve el-Cezire’ye giderek çeşitli alimlerden hadis ilmini öğrendi. Hadis ravilerini bizzat görerek kendilerinden hadis-i şerif dinledi. Mekke-i mükerreme ve Bağdat’ta İmam-ı Şafii’den ilim öğrendi. Hac yapmak için beş defa Mekke-i mükerremeye gitti. Abdürrezzak bin Hemmam’dan hadis-i şerif öğrenmek için Yemen’in San’a şehrine gitti; iki sene müddetle orada kalıp Abdürrezzak bin Hemmam’dan hadis-i şerif dinledi. Yezid bin Harun, Cerir ibni Abdülhamid, Velid bin Müslim, Veki’, İbrahim bin Sa’d, Yahya bin Said Kattan, Süfyan bin Uyeyne gibi alimlerden de çeşitli ilimleri tahsil etti. Kırk yaşına geldiği zaman, ders okutmaya ve fetva vermeye başladı. Hadis ilminde ve fetvada baş vurulan kaynak oldu. Pekçok talebe yetiştirdi. Ondan ders alıp yetişen alimlerin sayısı 900 civarındadır. Hadis ilminde zamanının en büyük alimi olan Ahmed bin Hanbel, üç yüz bindan fazla hadis-i şerifi, rivayet edenlerle birlikte bilirdi.
En meşhur talebelerinden olan oğlu Salih bin Ahmed, babasının ictihadlarını, yazdığı mektuplarla yaydı. Diğer oğlu Abdullah bin Ahmed, babasının ictihadlarını nakletti. Böylece, Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden birisi olan Hanbeli mezhebi kurulmuş oldu.
Ahmed bin Hanbel’in ilmi ve ahlaki üstünlüğünü pekçok alim meth eylemiştir. Hocası İmam-ı Şafii; “Bağdat’tan ayrıldığım zaman, orada Ahmed bin Hanbel’den daha alim ve fakih, haramlardan ve şüphelilerden onun kadar kaçan bir kimse bırakmadım.” buyurmuştur. Ebu Davud Sicistani; “İki yüz meşhur alimle karşılaştım, Ahmed bin Hanbel gibisini görmedim. O, hiç bir zaman insanların daldığı dünya işlerine dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca konuşurdu.” demiştir. Ebu Zür’a da; “İlmin her dalında Ahmed bin Hanbel’in bir benzerini görmedim. Onun ilimde ulaştığı dereceye kimse ulaşamamıştır.” Menha bin Yahya ise; “Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı. Çok alim gördüm, fakat, ilimde şüphelilerden sakınmada ve zühdde yani harama düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte onun gibi üstün birine rastlamadım.” demek suretiyle methetmiştir.
Yaşadığı devir, yazılan hadis-i şeriflerin toplandığı bir devir olduğu için, pekçok muhaddis (hadis alimi) ondan rivayette bulundu. Zamanındaki hadis alimlerinin en yükseklerinden olan Ahmed bin Hanbel, otuz bin hadis-i şerifi içine alan Müsned adlı eserini 700 bin hadis-i şerif içinden seçerek yazdı. Büyük bir müfessir (tefsir alimi) olan Ahmed bin Hanbel’in hazırladığı tefsiri yüz yirmi bin hadis-i şeriften meydana gelmiştir. Üstad-ül-Müfessirin (müfessirlerin hocası) unvanıyla anılan Ahmed bin Hanbel’in eserleri müfessirler için feyiz kaynağı olmuştur.
Bağdat’ta mu’tezile bozuk fırkasına mensub olanların; “Kur’an-ı kerim mahluktur.” sözüne karşı çıktığı için işkencelere maruz bırakıldı. Ehl-i sünnet itikadını bildirmekten bir an bile geri durmayan Ahmed bin Hanbel, Abbasi halifelerinden Mütevekkil zamanında işkencelerden kurtuldu. Yaptığı hizmetlerle zamanındaki ve sonraki asırlardaki insanlara rehber oldu.
Ahmed bin Hanbel’in vefatı yaklaşınca eliyle işaret etti ve diliyle de; “Hayır olmaz.” dedi. Oğlu; “Babacığım bu ne haldir?” diye sorunca: “Şimdi tehlikeli zamandır, cevab zamanıdır. Dua ile imdad eyle; yatağın sağında, solunda oturanlar da dua etsinler. İblis yani Şeytan, yanıma gelip; "Ey Ahmed! Benim elimde can ver.” diyor. Ben de; “Hayır olmaz! Hayır olmaz!” diyorum. Bir nefes kalıncaya kadar tehlike mevcuttur. Şeytanın aldatmasından emin olmak yoktur.” buyurdu. Vefat haberi bütün Bağdat halkını ağlattı. Cenaze namazında yüz bine yakın kişi bulundu. Cenaze namazı kılınınca, kuşlar tabutun üstünde uçuşup kendilerini tabuta vurdular. O gün bu hadiseyi gören putperest, Yahudi ve Hıristiyanların pekçoğu Müslüman oldu.
Mezhebi: Ehl-i sünnet itikadı üzere amelde dört hak mezhepten biri olan Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed bin Hanbel, talebelerinin ve kendisine sual soranların müşkillerini hallederken, ortaya koyduğu ve takip ettiği usuller Hanbeli mezhebinin temel kaideleri olmuştur. Ahmed bin Hanbel, bir meselenin hükmünü önce Kitab (Kur’an-ı kerim) ve sünnette araştırır, Kitab ve Sünnet’te bulamadığı bir meseleyi Eshab-ı kiramın ve Tabiinin icmaında yani bir mesele hakkındaki sözbirliğinde araştırırdı. O işle ilgili icma da yoksa Sahabe kavline (sözüne ictihadına) bakardı. Sahabe kavli varsa kendi ictihadına göre hüküm vermezdi. Sahabenin sözüne göre hüküm verirdi. Tabiinin yani sahabileri görenlerin büyüklerinden olan müctehidlerin ictihadını kendi fetvasına tercih ederdi. Bir mesele hakkında Sahabe ve Tabiine ait bir ictihad bulamazsa, zayıf ve mürsel hadislerle hüküm verirdi. Hadis-i şeriflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak kendine has bir usulle ictihadda bulunurdu.
Hanbeli mezhebinde birçok alim yetişmiştir. Bu mezheb, Şam ve Bağdat taraflarında yayılmıştı. Şimdi azalmıştır.
Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki:
“İlim, insanlara, ekmek ve su kadar lazımdır. İlim, rivayet ve kuru bilgi çokluğu değildir. İlim; faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir.”
“Kulun kalbini ıslah etmesi yani kötülüklerden temizlemesi için iyilerle beraber olması kadar faydalı bir şey yoktur. Yine kulun fasıklarla yani açıkça günah işleyenlerle beraber olup, onların işlerine dikkat ve nazar etmesi kadar zararlı bir şey yoktur.”
“Sizde olmayan meziyetlerle sizi medh eden kimsenin, sizde olmayan kötülüklerle de bir gün kötüleyeceğini unutmayınız.”
“Tevekkül; her şeyi Allah’tan bilmek ve rızkı O’nun verdiğine inanmaktır.”
Zühd nedir dediklerinde; “Zühd üç türlüdür. Cahilin zühdü, haramları terk etmektir. Alimlerin zühdü, helal olanların fazlasından sakınmaktır. Ariflerin zühdü, Allahü tealayı unutturan şeyleri terk etmektir.” buyurdu.
Ahmed bin Hanbel’in rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
Kalbinde hardal tanesi kadar kibir (yani küfür) bulunanı Allahü teala yüz üstü Cehennem’e atar.
Faziletlerin en üstünü sana gelmeyene gitmen, vermeyene vermen ve kötülük edene iyilik etmendir.
İmanın en sağlam kulpu, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.
Eserleri:
1) Müsned: Otuz bin hadis-i şerifi içine almıştır. 2) Kitab-üs-Sünne, 3) Kitab-üz-Zühd, 4) Kitab-üs-Salat, 5) Kitab-ül-Vera vel-İman, 6) Fedail-üs-Sahabe, 7) Et-Tefsir, 8) En-Nasih vel-Mensuh, 9) Et-Tarih, 10) Vücubat-ül-Kur’an, 11) Kitab-ür-Reddi ale’l-Cehmiyye vez-Zenadıka, 12) El-Cerhu vet-Ta’dil, 13) Kitab-ül-İlel ve Ma’rifet-ür-Rical.
Mezhep İmamları 3
Ehl-i sünnetin dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin imâmı. Adı, Muhammed bin İdris bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Sâib Kureyşî’dir. Künyesi Ebû Abdullah’tır. Anne ve baba tarafından soyu Peygamber efendimizle birleşmektedir. Dördüncü dedesi Şâfiî’nin ismine nisbetle ona da Şâfiî denildiği için bu isimle meşhur olmuştur. 767 (H.150)’de Gazze’de doğdu. 820 (H.204)de Mısır’da vefât etti.
Daha beşikteyken, babasının vefât etmesi üzerine annesi onu Mekke’ye götürmüştür. Dokuz yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra ilim tahsiline başlayıp, Mekke’de bulunan büyük hadis âlimlerinden yazmak ve ezberlemek suretiyle hadis öğrendi. Bu hususta çok gayret göstermiştir. Henüz çocuk yaştayken tahsilini ilerletince, Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için çölde yaşayan Huzeyl Kabilesinin arasına gitti. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır:
“Ben Mekke’den çıktım, çölde Huzeyl Kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. Mekke’ye döndüğüm zaman birçok rivâyet ve edebiyat bilgilerine sâhib olmuştum.”
Bundan sonra kendini tamâmen ilme verip Mekke’deki Süfyân bin Uyeyne, Müslim bin Hâlid ez-Zencî gibi fakih ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı. Mekke’de gördüğü bu tahsili ve sonrasını şöyle anlatmıştır:
Kur’ân-ı kerîmi hatim ettiğim zaman âlimlerin meclisine gidip, onlarla sohbet eder, konuşurdum. Hadîs-i şerîf ve fıkıh meseleleri öğrenirdim. Çok fakirdim. Kalem, defter alacak param yoktu. Bâzan bir kemik parçası alıp onun üstüne yazardım. İlk zamanlar Müslim bin Hâlid’den fıkıh öğrendim. O sırada Medîne’de bulunan Mâlik bin Enes’in büyüklüğünü ve Müslümanların imâmı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhur eseri olan Muvattâ’nın bir nüshasını Mekke’de birinden tekrar geri vermek üzere alıp dokuz gecede ezberledim. Mekke vâlisine gidip, birini Medîne vâlisine birisini de Mâlik bin Enes’e vermek üzere iki mektup alıp Medîne’ye gittim. Medîne’ye varınca Medîne vâlisine mektubu verdim ve onunla birlikte İmâm-ı Mâlik’in yanına gittik. İmâm-ı Mâlik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gâyet heybetli bir görünüşü vardı. Medîne vâlisi, Mekke vâlisinin gönderdiği mektubu İmâm’a takdim etti. Mektupta: “Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir ve hâli şöyle şöyledir...” diye yazılı olan kısmı okuyunca: “Subhanellah! Resûlullah’ın ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp sorulup talep olunur.” dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed’dir, dedim. “Ey Muhammed!” dedi; “İleride büyük bir şanın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu masiyetle söndürme! Yarın birisi ile gel sana Muvattâ’yı okusun.” buyurdu. Ben de; “Onu ezberledim, ezberden okurum.” dedim. Ertesi gün İmâm-ı Mâlik’e gelip okumaya başladım. Her ne zaman, İmâmı üzme korkusundan okumayı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır; “Ey genç daha oku!” derdi. Kısa zamanda Muvattâ’yı bitirdim.”
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik’in yanına geldiği zaman yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmâm-ı Mâlik onu himâyesine alıp dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir seviyeye ulaşan Şâfiî, Mekke’ye dönünce Mekke’ye gelen Yemen vâlisi onu Yemen’e götürüp kâdılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra tekrar Bağdat’a giderek ilmini ilerletmek için İmâm-ı A’zam’ın talebesi olan İmâm-ı Muhammed’den ders almaya başladı. İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle Irak’ta tedvin edilen (düzenlenen) fıkıh ilmini ve Irak’ta meşhur olan rivâyetleri öğretti. İmâm-ı Şâfiî bu hususta şöyle demiştir: “İlimde ve diğer dünyâ işlerinde İmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı olmamıştır.” Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm şöyle demiştir: İmâm-ı Şâfiî’den duydum, buyurdu ki: “İmâm-ı Muhammed’den öğrendiğim meselelerle ve ilimle bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır.” Yâni bir babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi Ebû Hanîfe de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. İmâm-ı Şâfiî ayrıca Selîm-i Râî’nin sohbetine kavuşup vilâyet (evliyâlık) makamlarına da kavuştu.
İmâm-ı Şâfiî, Bağdat’ta İmâm-ı Muhammed’den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke’ye döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslâm beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke’deki bu ikameti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdat’a gitti. Bu sırada Bağdat İslâm âleminin önemli bir ilim merkeziydi. Burada bulunan âlimler, İmâm-ı Şâfiî’ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdat âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke’de İmâm-ı Şâfiî ile görüşen ve ondan hadis dinleyen Ahmed bin Hanbel ona talebe olmuş, onun üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine Şâfiî ile emsal olan İshak bin Râheveyh ve benzerleri ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvâlara hayran kalıyordu. Ders ve fetvâ vermekte uyguladığı metod, geniş olarak açıkladığı istinbat (kaynaklardan hüküm çıkarma) metodu olan usûl-i fıkıh ilmiydi. O bu sâyede açık lafızlara dayanarak kapalı olan mânâları ortaya çıkarıyordu. Güzel ve açık konuşması, ifâde ve îzâh tarzı, münâzara kuvveti ve tesir bakımından çok güçlüydü. İmâm-ı Şâfiî, Bağdat’ta bulunduğu bu sırada El-Kitâb’ül-Bağdâdiyye adını verdiği eserini yazdı. İmâm-ı Şâfiî’nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine hayranlık duyarak ondan ders alıp ilim öğrenen pekçok talebe vardır. Ahmed bin Hanbel, İshak bin Râheveyh, ez-Zaferânî, Ebû Sevr İbrâhim bin Hâlid, Ebû İbrâhim Müzenî, Rebî’ bin Süleymân-ı Murâdî gibi pekçok âlim kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
İmâm-ı Şâfiî, Bağdat’taki siyâsî ve fikrî kargaşalıklar sebebiyle Mısır’a gitti. Ömrünün sonuna kadar burada ilim öğretip talebe yetiştirdi, fetvâ verdi.
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik’in ve İmâm-ı A’zamın talebesi İmâm-ı Muhammed’in derslerine devam ederek, İmâm-ı A’zamın ve İmâm-ı Mâlik’in ictihad yollarını öğrenip bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edib olduğundan, âyet-i kerimelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi. İki tarafta da kendi usûlüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece Müslümanların ibâdetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer’i delillerden çıkardığı hükümlere, yâni gösterdiği bu yola “Şâfiî Mezhebi” denildi. (Bkz. Şâfiî Mezhebi)
Hanefî mezhebinden sonra en çok mensubu bulunan Şâfiî mezhebi, İmâm-ı Şâfiî hayattayken Mekke, Medîne ve Filistin’de yaşayan Müslümanlar arasında yayıldı. Şimdi Mısır, Sûriye, İran, Mâverâünnehr, Kafkasya, Âzerbaycan, Hindistan, Filipinler, Malezya, Endonezya Adaları gibi ülkelerde yayılmıştır. Yurdumuzun Doğu ve Güney-doğu bölgelerinde de yaygındır.
İlmini ve mezhebini Mısır’da da yaymak suretiyle bir müddet de Mısır’da İslâma hizmet etti. 820 (H. 204) yılında elli dört yaşındayken Cumâ gecesi vefât etti. Vefât edeceği zaman hâli sorulduğunda, buyurdu ki: “Dünyâdan göçüyorum. Artık ondan ayrılıyorum. Ümit şerbetini içiyorum. Kötü amellerimle karşılaşacağım, ama Kerîm olan Rabbime gidiyorum.”
Kâhire’de El-Mukattam Dağının eteğinde Kurefe Kabristanına defnedilmiştir. Daha sonra kabri üzerine bir türbe yapılmıştır. Türbesi üzerinde bulunan şimdiki muhteşem kubbe, Eyyûbî sultanlarından El-Melik el-Kâim tarafından; hicrî 608 yılında Selâhaddîn Eyyûbî tarafından da türbesinin yanına büyük bir medrese yaptırılmıştır.
İmâm-ı Şâfiî’nin menkıbeleri ve güzel sözleri çok olup Menâkıb-ı İmâm-ı Şâfiî adlı kitapta ve diğer kitaplarda uzun anlatılmıştır.
İmâm-ı Şâfiî şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi görmekle şereflendim. Bana buyurdu ki: “Sen kimdensin?” Cevabımda; “Ben senin kabilendenim.” dedim. “Bana yaklaş.” buyurdular. Yanına gittim. Mübârek ağzının suyunu dilime, ağzıma ve dudaklarıma sürüp; “Hadi, Allahü teâlâ sana bereket versin.” buyurdular.
Kendisi anlatır:
Çocukluk zamanında Mekke’de rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Tam bir heybetle Mescid-i Harâm’da insanlara imâmlık yapıyorlardı. Namaz bitince yanlarına gidip; “Bana da ilim öğretiniz.” dedim. Bunun üzerine kaftanının altından bir terazi çıkarıp: “Bu senin içindir” buyurup bana hediye ettiler. Bu rüyâmı tabir ettirdim. Dediler ki: “Sen, ilimde imâm olursun ve sünnet üzere olursun. Zîrâ Mescid-i Haram’ın imâmı bütün imâmların üstünüdür. Terazi ise, Peygamber efendimizin hakikatına kavuşacağına alâmettir.”
“Bir gün rüyâmda, hazret-i Ali efendimizi gördüm. Parmağından yüzüğünü çıkardı, parmağıma taktı. Bu hareketi, kendi ilminin ve Resûlullah’ın ilminin bana geçmesi alâmetiydi.”
İmâm-ı Şâfiî, altı yaşındayken mektebe gitmeye başladı. Zâhide bir annesi vardı. İnsanlar emânetlerini ona bırakırlardı. Bir gün iki kişi gelip, bir bohça verdiler. Daha sonra biri gelip bohçayı istedi. Gelene bohçayı verdi. Biraz sonra diğeri gelip, bohçayı istedi. Bohçanın arkadaşına verildiğini söyleyince: “Biz ikimiz beraber gelmeyince bohçayı vermeyin demiştik. Bohçayı niçin verdiniz?” dedi. Annesi üzüldü. O sırada İmâm-ı Şâfiî geldi. Annesinin üzüntülü olduğunu görünce sebebini sordu. Annesi olanları anlattı. Bunun üzerine annesine; “Sen üzülme ben şimdi bohçayı isteyenle konuşurum.” dedi. Bohçayı isteyen şahsın yanına gelip dedi ki: “Sizin bohçanız olduğu yerde durmaktadır. Git arkadaşını getir.” Adam aldığı cevap karşısında şaşırıp, geri dönüp gitti. Bir daha da gelmedi.
İmâm-ı Şâfiî, on üç yaşındayken, Harem-i şerîfte; “Bana istediğinizi sorunuz?” derdi. On beş yaşındayken fetva verirdi. Hanbelî mezhebinin kurucusu İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel, ondan ders almaya gelirdi. Buyurdu ki: “Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına İmâm-ı Şâfiî ile tekrar açtı.” Bir kerre de; “İslâmiyete, şimdi Şâfiî’den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum.” dedi. İmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir.” hadîs-i şerîfinde bildirilen âlim, İmâm-ı Şâfiî’dir. Bir başka hadîs-i şerîfte; “Kureyş’e sövmeyiniz. Zîrâ Kureyşli bir âlim yeryüzünü ilimle doldurur.” buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Şâfiî’nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.
İmâm-ı Şâfiî bir kere ders verirken, ders esnâsında on defa ayağa kalktı. Sebebini sorduklarında, buyurdu ki: “Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Resûlullah’ın torunu ayakta dururken oturmak revâ değildir.”
Talebelerinden biri anlatır:
“Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleriyle beraber mescitten çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı olduğunu ve bunu kabul buyurmasını ricâ etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi kabul etti. Biraz sonra biri gelip; “Hanımım bir çocuk dünyaya getirdi. Yanımda hiç param yok. Sizden Allah rızâsı için biraz para istiyorum.” dedi. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi hiç açmadan olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki, kendisinin de hiç parası yoktu.”
Süfyân-ı Sevrî şöyle demiştir: “İmâm-ı Şâfiî’nin aklı, zamanındaki insanların yarısının akılları toplamından fazladır.” Abdullah-ı Ensârî diyor ki: “İmâm-ı Şâfiî’yi çok severim. Çünkü evliyâlıkta hangi makama baksam, onu herkesin önünde görüyorum.”
Hârûn Reşîd, her sene Bizans İmparatorundan vergi olarak çok para ve mal alırdı. Bir sene İmparator, âlimlerle münâzara etmek için ruhbanlar gönderdi: “Eğer bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz.” dedi. Dört yüz Hıristiyan geldi. Halîfe, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmâm-ı Şâfiî’yi çağırarak; “Hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver!” dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmâm-ı Şâfiî seccâdeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti. Seccadeyi nehre atıp üzerine oturdu ve; “Benimle münâzara etmek isteyenler buraya gelsin!” dedi. Bu hali gören ruhbanların hepsi Müslüman oldu. Bizans İmparatoru adamlarının İmâm-ı Şâfiî’nin elinde Müslüman olduğunu öğrenince; “İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi Müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı.” dedi.
İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki:
“Ömrümde doyuncaya kadar yemek yemedim. Çünkü, tokluk vücuda ağırlık, kalbe kasvet verir, zekâyı giderir, uykuyu getirir, kişiyi ibâdet etmekten alıkoyar. Kulluğun başı az yemektir”.
“Dünyâyı ve Yaradanını bir arada sevdiğini söyleyen kimse yalancıdır”.
“Üç meziyete sâhib olanın îmânı kâmil olur: 1) Emr-i bil-mârûf yapmak, yâni Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaymak. 2) Nehy-i anil-münker yapmak, yâni Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak. 3) Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak.”
“Dünyâda zâhid ol, dünyâ malına bağlanma! Âhireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve te’viller ile uğraşan âlimden fayda gelmez.”
“İnsanları tamamen râzı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, dâimâ Rabbini râzı ve memnun etmeye bakmalı, ihlâs sâhibi olmalıdır.”
“İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah bulmuş değildir. Ama ilmi, tevâzû için, âlimlere ve insanlara hizmet için isteyen elbette felah bulur, kurtulur.”
Biri, İmâm-ı Şâfiî’den nasihat isteyince buyurdu ki; “Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma. O malına ve parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâatı çok olan kimselere gıpta et. Yaşayanlar da az sonra ölcekleri için onların dünyâlıklarına özenmeye değmez.”
“Hiçbir kimse yoktur ki, dostu ve düşmanı olmasın. Mâdem ki böyledir, o halde Allahü teâlâya itâat edenlerle beraber bulun, onları sev!”
“İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden temin edilen faydadır.”
“Resûlullah’ın ve Eshâbının yolunda olmayanı havada yürür görsem, yine doğruluğunu kabul etmem.”
“Herkese akıllı denmez. Akıllı ona derler ki, kendisini her türlü kötülükten koruyandır.”
“Kalbine ilâhî bir nur penceresinin açılmasını isteyen şu dört şeyi yapsın:
1. Günün muayyen bir vaktinde yalnız kalsın ve huzura dalsın.
2. Midesini pek fazla doyurmasın.
3. Sefih kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın, kötü kimselerle arkadaşlık etmesin.
4. İlimleri ile yalnız dünyâlık arzu eden kimselere buğz etsin.”
İmâm-ı Şâfiî orta halli giyinirdi. Heybetli bir görünüşü vardı. O bakarken yanındakiler su dahi içemezlerdi. Yüzüğünde, “El-bereketü fil-kanâ’ati= Bereket, kanâat etmektedir.” yazılıydı.
Eserleri:
Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve eser yazmak sûretiyle, İslâmiyete hizmet yoluna sarf eden İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin pekçok kıymetli eseri vardır:
1) El-Ümm: Fıkıh ilmine dâir olup, İmâm-ı Şâfiî’nin ictihâd ederek bildirdiği meseleleri ihtivâ eden bir eseridir. Yedi cilt olarak basılmıştır. 2) Kitâb-üs-Sünen vel-Müsned: Hadis ilmine dâirdir. 3) Er-Risâle fil-Usûl: Usûl-i fıkha dâirdir. Usûl-i fıkhın kitap hâlinde yazıldığı ilk eserdir. 4) El-Mebsût, 5) Ahkâm-ül-Kur’ân, 6) İhtilâf-ül-Hadîs, 7) Müsned-üş-Şâfiî, 8) El-Mevâris, 9) El-Emâlî el-Kübrâ, 10) El-Emâlî es-Sagîr, 11) Edeb-ül-Kâdî, 12) Fedâil-i Kureyş, 13) El-Eşribe, 14) Es-Sebku ver-Remy, 15) İsbât-ün-Nübüvve ve Reddi alel-Berâhime eserlerinin belli başlılarıdır.
Mezhep İmamları 2
Ehl-i sünnetin dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin imâmı. Adı Mâlik bin Enes, künyesi Ebû Abdullah’tır. 711 veya 713 (H. 93 veya 95) yılında Medîne’de doğdu. 795 (H. 179) de Medîne’de vefât etti.
İmâm-ı Mâlik, ilim ve hadis rivâyetiyle meşgul olan bir âilede ve çevrede yetişmiştir. Dedesi Mâlik, babası Enes ve amcası Süheyl, hadîs rivâyeti yapmışlardır. Dedelerinden biri Medîne’ye yerleşmiş, Eshâb-ı kirâmdan Ebû Amr’dır. Yaşadığı muhit, Peygamberimizin yaşamış olduğu veİslâmın hükümlerinin vaz edildiği, Ebû Bekr, Ömer ve Osman (radıyallahü anhüm) zamanlarında İslâmın merkezi olan ve çok ilim ehlinin bulunduğu Medîne idi. Önce Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Kendisinin isteği ve âilesinin yardım ve teşvikiyle ilim öğrenmeye başladı. Bu hususta kendisine en çok annesi ilgi göstermiştir. Annesine, ilim tahsiline gitmek istediğini söyleyince, ona en güzel elbiselerini giydirerek sarığını sarıp; “Şimdi git oku, yaz!” demiştir. Ayrıca oğluna “Râbiât-ur-Rey’e git onun ilim edebini öğren.” demiştir. Bu teşvik üzerine Râbiât-ur-Rey’in derslerine devam edip, genç yaşta re’ye dayanan fıkıh ilmini öğrendi. Diğer âlimlerin de derslerine devam etmiş, bilhassa yanından hiç ayrılmadığı hocası Abdurrahman bin Hürmüz’den çok istifâde etti. Genç bir talebe olan Mâlik, hocasına karşı büyük bir hayranlık, muhabbet duyar ve üstün bir edep gösterirdi. O, hocası hakkında şöyle der: “Abdurrahmân ibni Hürmüz’ün derslerine on üç sene devam ettim. Ondan öyle ilimler öğrendim ki, bunların bir kısmını hiç kimseye söylemiyorum. O bid’at sâhiplerini red bakımından ve insanların ihtilaf ettikleri şeyler hususunda onların en bilgilisiydi.”
İmâm-ı Mâlik, muhitindeki bütün âlimlerden faydalanmış ve ilim uğrunda büyük bir fedakarlık göstermiştir. Bu hususta her türlü zorluğa katlanmış ve herşeyini harcamış, hatta tahsil uğruna evini dahi satmıştır. Kendisi şöyle demiştir: “Öğle vakti hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah’ın âzâtlısı olan Nâfi’ye giderdim ve kapısında beklerdim. Nâfi, hazret-i Ömer’den nakledilen ilimleri ve onun oğlu Abdullah’ın ilmini biliyordu. Güneşten ve şiddetli sıcaktan korunmak için hiçbir gölge bulamazdım. Nâfi, dışarı çıkınca edeple selâm verirdim ve onu kırmadan arkasından içeri girip, Abdullah bin Ömer şu meselelerde ne buyurmuştur? diye sorardım. O da bu suallerimi cevaplandırırdı.”
İmâm-ı Mâlik, Nâfi vâsıtasıyla hazret-i Ömer’in ve oğlu Abdullah’ın ilimlerini öğrendi. Ayrıca İbn-i Şihâb ez-Zührî’den veSaîd bin el-Müseyyib gibi zâtlardan ilim öğrenmiştir. Bu hocalarından da ders almak için üstün bir gayret ve dep gösterirdi. İmâm-ı Mâlik şöyle anlatmıştır:
Bir bayram günüydü. Bayram namazını kıldıktan sonra, bugün İbn-i Şihâb’ın boş vakti olur diyerek evine gidip kapısının önüne oturdum. Hizmetçisine kapıda kim var, bak, dediğini duydum, o da kumral yüzlü talebeniz var, deyince, onu derhal içeri al, demesi üzerine beni içeri aldılar. Biraz bekledim. İbn-i Şihâb yanıma gelip bana; “Herhalde evine gitmeden buraya geldin, yemek yemedin değil mi?” dedi. Daha ben, hayır, demeden yemek hazırlanmasını emredince, yemeğe ihtiyacım yok, diye mukâbelede bulundum. Bunun üzerine, öyleyse söyle bakalım ne istiyorsun, dedi. Bana hadîs-i şerîf öğretmenizi istiyorum efendim, deyince, yazı yazacak sayfalarını çıkar, dedi. Ben de çıkardım ve bana kırk tâne hadîs-i şerîf rivâyet etti. Biraz daha rivâyet etmesini isteyince, şimdilik bu kadar yeter, bunları ezberleyip nakledersen sen de muhaddis olursun, dedi.
İmâm-ı Mâlik, Ehl-i beytten Ca’fer-i Sâdık hazretlerinden de ilim almış, onun sohbetinde bulunmuştur. Bu hususta kendisi şöyle anlatır: “Câfer bin Muhammed’e giderdim, o çok yumuşak ve güler yüzlüydü. Yanında Resûlullah efendimiz anılınca yüzü sararırdı. Onun meclisine uzun zaman devam ettim. Her görüşümde ya namaz kılar ya oruçlu olur veya Kur’ân-ı kerîm okurdu. Abdestsiz hadîs-i şerîf rivâyet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. O, takvâ sâhibi, zâhid (dünyâya rağbet etmeyen) ve âbid (ibâdet eden) âlimlerdendi. Yanına geldiğim zaman yastığını alır, mutlaka bana ikrâm ederdi.”
Birgün hocası Ebü’z Zinâd’a hadis rivâyet ederken rastlamış ve halkasına katılmamıştır. Daha sonra hocası; “Bizim halkamıza niçin oturmadın?” diye sorunca, şu cevâbı vermiştir: “Yer dardı, oturamadım. Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerini ayakta dinlemek, edepsizlik olur, diye ayakta dinlemek istemedim”
Netice îtibâriyle İmâm-ı Mâlik, ilmini, İbn-i Şihâb-üz-Zührî, Yahyâ bin Saîd, Muhammed ibni Münkedir, Hişâm bin Amr, Zeyd ibni Eslem, Râbia bin Ebî Abdurrahmân ve daha birçok büyük âlimden almıştır. Üç yüzü Tabiînden, altı yüzü de onların talebelerinden olmak üzere dokuz yüz hocadan hadîs-i şerîf aldı. Ayrıca; Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden hazret-i Ömer’in, hazret-i Osman’ın, Abdullah bin Ömer’in, Abdurrahmân bin Avf’ın, Zeyd bin Sâbit’in fetvâlarını ve vahyin gelişine şâhit olan, Peygamberimizi görüp onun hidâyet nurundan aydınlanarak, O’ndan öğrendiklerini nakleden diğer Eshâbın fetvâlarını ve kendisinin yetişemediği Tâbiînin fetvâlarını da öğrenmiştir. Akâide dâir bilgileri ve diğer bütün ilimleri öğrenip, zamanının en büyük âlimlerinden olup, ictihâd derecesine yükselmiştir.
Peygamber efendimiz; “Öyle bir zaman gelir ki, insanlar her tarafı ararlar, Medîne’deki âlimden daha âlim bir kimse bulamazlar.” buyurmuştur. Süfyan ve Abdullah ibni Ömer’in âzâtlısı olan Nâfi ve Zührî, Medîne’deki âlimden maksad İmâm-ı Mâlik’tir demiştir. Bu hadîs-i şerîfte, onun geleceği ve üstünlüğü bildirilmiştir.
İmâm-ı Mâlik tahsilini tamamlayıp ilimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra ders vermeye, hadis rivâyet etmeye ve fetvâ vermeye başlamıştır. Bu işe başlamadan önce de zamanında bulunan büyük âlimlerle ve faziletli kimselerle istişâre yapıp, onların da muvâfakatını aldı. Bu hususta kendisi şöyle demiştir: “Her isteyen kimse hadis rivâyet etmek ve fetvâ vermek için mesçide oturamaz. İlim erbabı ve mescidde îtibârı olan kişilerle istişâre etmesi gerekir. Eğer onlar, kendisini bu işe ehil görürlerse o zaman oturup ders ve fetvâ verebilir. Ben, ilim sâhiplerinden yetmiş kişi benim bu işe ehil olduğuma şâhitlik etmedikçe, mesçide oturup ders ve fetvâ vermedim.”
İmâm-ı Mâlik ilk önce Peygamberimizin mescidinde ders vermeye başladı. Hazret-i Ömer’in oturduğu yere oturur ve Abdullah bin Mes’ûd’un oturduğu evde otururdu. Böylece onların yaşadığı yerde ve çevrede bulunurdu. İmâm-ı Mâlik de İmâm-ı A’zâm gibi derslerini mesçitte verirdi. Vâkidî der ki: “İmâm-ı Mâlik mescide gelir, beş vakit namazda ve cenâze namazlarında bulunurdu. Hastaları ziyâret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı. Daha sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye başladı.”
İmâm-ı Mâlik’in hadis dersleri ve vukû bulmuş meselelerle ilgili dersleri, yâni fetvâ işleri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı. Günlerinin bir kısmını hadîs-i şerîf öğretmeye, bir kısmını da sorulan meselelere fetvâ vermek için ayırırdı. Derslerini evinde vermeye başladıktan sonra evine ders için gelenlere sordururdu, eğer fetvâ için gelmişlerse dışarı çıkıp fetvâ verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra gayet güzel bir kıyafetle, hoş kokular sürünmüş olarak, huşû içerisinde derse gelenlerin yanına çıkardı. Hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar öd ağacı yakılır, güzel bir koku yayılırdı. Hac mevsimi hâriç diğer zamanda Medînelilerden isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri tamamen evinde vermeye başlayınca hac mevsiminde dersini dinlemek isteyenleri evi almazdı. Bunun için önce Medînelileri kabul eder, bunlara hadis rivâyeti ve fetvâ verme işi bitince, sonra sırasıyla diğerlerini içeri alırdı. El-Hasan bin Rabî’ der ki: “İmâm-ı Mâlik’in kapısındaydım. Onun çağırıcısı önceHicazlılar içeri girsinler, diye çağırdı. Onlar çıkınca Şamlılar girsin, diye çağırdı. Daha sonra Iraklılar girsin, diye çağırdı. Yanına giren en son ben oldum. Ebû Hanîfe’nin oğlu Hammâd da aramızda idi.”
İmâm-ı Mâlik derslerinde vakar ve ciddiyet sâhibi olup, lüzûmsuz sözlerden tamâmen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsil edenler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle dediğini nakleder: “İlim tahsil edenlere vakarlı ciddî olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sâhiplerinin bilhassa ilmî müzakereler sırasında kendilerini mizahtan uzak tutmaları gerekir. Gülmemek ve sâdece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken âdabdandır.”
Yine bir talebesi şöyle der: “İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sâde bir şekilde katılırdı. Hadîs-i şerîf okumaya ve anlatmaya başlayınca onun sözleri bize heybet verirdi, sanki o, bizi biz de onu tanımıyorduk.”
İmâm-ı Mâlik elli sene müddetle ders ve fetvâ vermek suretiyle, insanların müşkillerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Onun talebelerinin her biri memleketlerinin mürâcaat edilen âlimleri ve rehberi olmuşlardır.
İmâm-ı Şâfiî’nin İmâm-ı Mâlik’in talebesinden olması, bu büyük imâmın şeref ve üstünlüğüne kâfidir. Kendisinden birçok kimseler ilim öğrenip, içlerinden büyük kimseler çıkmıştır. İmâm-ı Şafiî, Muhammed bin İbrâhim bin Dînâr, Ebû Hâşim ve Abdülazîz bin Ebû Hâzım, Osman ibni Hakem, Abdurrahmân ibni Hâlid, Mâin bin Îsâ, Yahyâ bin Yahyâ, Abdullah bin Vehb gibi talebeleridir ki, bunlardan bir kısmı da, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Ahmed ibni Hanbel, Yahyâ ibni Maîn ve diğer hadis âlimlerinin üstatlarıdır. Celâleddîn Süyûtî, İmâm-ı Mâlik’ten hadis rivâyet eden 993 zâtın isimlerini elif-ba sırasıyla Kitâbü Tezyîn-il-Memâlik bi Menâkıb-ıs-Seyyid İmâm Mâlik adlı kitabında yazmıştır.
İmâm-ı Mâlik, herhangi bir dînî meselenin hükmünü tâyin için, Kur’ân-ı kerîm’e, hadîs-i şerîflere, ümmetin icmâına ve lüzûm olduğunda kıyâsa mürâcaat ederdi. Ayrıca Medîne ehlinin ittifaklarını da, icmâdan başka, müstakil bir delil kabûl ederdi.
İmâm-ı Mâlik’in bu usûllere göre ictihâd ederek çıkardığı hükümlere, Rivâyet Yolu veya Hicaz Âlimlerinin Yolu denir ki, bu yolun imâmı, İmâm-ı Mâlik’tir. O, ictihâdlarıyla Müslümanların işlerinde, amellerinde uyacakları bir yol gösterdi; bu yola Mâlikî mezhebi ve Ehl-i sünnet îtikâdında olan Müslümanlardan, amellerini, yâni ibâdet ve işlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Mâlikî denir.
Onun mezhebi daha çok Afrika’nın kuzeyinde yayılmıştır. Eskiden Hicaz, Basra, Mısır ve Endülüs’te; Sicilya, Fas ve Sudan’da da yaygındı. (Bkz. Mâlikî Mezhebi)
Mâlikî mezhebinde en meşhûr fıkıh kitabıEt-Tefrî’ fî’l-Fürû’ ve El-İhkâm-ül-Füsûl kitaplarıdır. Bunlar Arapçadır.
Menkıbelerinden ve sözlerinden bir kısmı şunlardır;
İmâm-ı Şâfiî buyuruyor ki: “Âlimler anıldığı zaman İmâm-ı Mâlik onlar arasında parlak bir yıldız gibidir. Benim üzerimde minneti ve ihsanı ondan çok olanı yoktur.”
Hazret-i İmâm, ilim bakımından ne kadar yüksek ise, ahlâk, zühd, takvâ ve kerem bakımından da öyle yüksekti.
İmâm-ı Mâlik, ilimde ve dinde çok edepliydi. Din bilgisine hürmet ve tazimi şaşılacak derecede fazlaydı. Bir hadîs-i şerîfi rivâyete, anlatmaya başlıyacağı zaman abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını tarar, temizler, güzel kokular sürünürdü. Hiçbir şeyle meşgul olmadan edeple, oturduğu yerden, heybetli olarak anlatırdı.
Zehebî, Tezkiret-ül-Huffâz kitabında hazret-i İmâm’ı şöyle anlatır: “Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivâyet, diyânet, adâlet, sünnet-i seniyyeye uyma, fıkıhta, fetvâda kâidelerin sıhhatinde önde gelen bir zâttı. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez, çok kere “Bilmiyorum!” derdi ve “İlmin kalkanı bilmiyorum demektir.” buyururdu.
Birgün halife Hârûn Reşîd dedi ki: “Yâ İmâm senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim. Herkesin bunlara uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emredeceğim.”
İmâm-ı Mâlik hazretleri: “Yâ halîfe, hadîs-i şerîfte; «Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.» buyuruldu. Âlimlerin ihtilâfı Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Müslümanlar bu rahmetten mahrum bırakılamaz.” buyurdu. Bunun üzerine halife bu arzusundan vazgeçti. Hârûn Reşid, İmâm-ı Mâlik hazretlerinden hergün evine gelip, oğlu Emin ile Me’mun’a ders vermesini istedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri halîfeye buyurdu ki: “Yâ halîfe, uygun olanı çocuklarınızın bizim eve gelip gitmesidir. Allahü teâlâ, sizi daha aziz etsin! İlmi azîz ederseniz, azîz olur, zelîl ederseniz zelîl olursunuz. İlim bir kimsenin yanına gitmez, o ilmin yanına gelir. Bunun üzerine halîfe, İmâm-ı Mâlik’ten özür diledi ve hergün çocuklarını imâma göndererek ders aldırttı.
Buyurdular ki:
“İnsan kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz.”
“İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allahü teâlâ bu nûru mümin kullarının kalbine koyar.”
“Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar.”
“Kendisine hayrı olmayan kimsenin başkasına hayrı olmaz.”
“Bir kimse kendini övmeye başlarsa değeri düşer.”
“Eğer elimde imkân olsaydı, Kur’ân-ı kerîmi kısa aklıyla, kendi görüşüne göre tefsir edenin boynunu vururdum.”
“İlim öğrenmek istiyen kimsenin vakarlı ve Allah’tan korkar hâlde olması lâzımdır.
Eserleri:
Muvattâ adındaki hadis kitabı çok kıymetlidir. Muvattâ’yı kırk senede meydana getirmiştir. Başlangıçta içinde dört bin hadîs-i şerîf varken sonuna doğru bine indirmiştir. Çok âlimler bunu şerh etmiştir. Şerhlerinden en meşhuru El-Müdevveret-ül-Kübrâ adlı eseridir. Muvattâ, aynı zamanda ilk hadis kitabıdır. Bu kitapta ayrıca İmâm-ı Mâlik’in ictihâd ettiği fıkhî mevzûlar da bulunmaktadır. Biri, Yahyâ bin Leysî’nin rivâyeti, diğeri de İmâm-ı A’zamın talebesi Muhammed Şeybânî tarafından yapılan iki rivâyeti vardır. Bu eserinden başka Abdullah bin Abdülhakîm Mısrî tarafından rivâyet edilen Kitâb-üs-Sünen adlı fıkha dâir bir eseri, kadere, kazâî hükümlere dâir ve fetvâlarını bildiren Risâle fil-Fetvâ gibi eserleri vardır.
Mezhep İmamları
İmam-ı a'zam Ebu Hanife
Sayfa: 1/9Ehl-i sünnetin dört büyük imâmından birincisi. Hanefî Mezhebinin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi. Kendisine İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe denilmiştir. Asıl adı Nûman’dır. 699 (H. 80) yılında Kûfe’de doğdu. Babasının adı, Sâbit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zâtın soyundan olup, Fârisoğullarındandır. Dedesi Zûta, İslâm dînini kabul etmiş ve hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sâhibi sâlih ve kıymetli bir zât olan babası Sâbit, hazret-i Ali ile görüşmüş, kendisi, evlâdı ve zürriyeti için duâsını almıştır.Tahsili: İmâm-ı A’zam Kûfe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Âilesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm’i ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshâb-ı kirâmdan hicrî 93 yılında vefât eden Enes bin Mâlik’i, hicrî 87 senesinde vefât eden Abdullah bin Ebî Evfâ’yı, hicrî 85’te vefât eden Vâsile bin Eska’ı, hicrî 88’de vefât eden Sehl bin Saîde’yi ve hicrî 102’de en son Mekke’de vefât eden Ebu’t-Tufeyl Âmir bin Vâsile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.O zaman Kûfe, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık îtikâdlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca îtikâdı bozuk olan Şîa ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hâricîler türemişti. Diğer taraftan Eshâb-ı kirâmla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini nakleden Tâbiînin büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücâdele sürüp gidiyordu. İmâm-ı A’zam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticâretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu. Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet îtikâdını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücâdele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kûfe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hattâ bu münâzaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan İmâm-ı A’zam da, âilesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bâzan münâzaralara katılıyor ve onun üstün kâbiliyeti, keskin zekâsı, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensub olanlarla yaptığı münâzaralarındaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeğe başladı. İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:“Bir gün zamanın âlimlerinden Şâbî’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, ulemâdan (âlimlerden) kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum.” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum.” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şâbî’nin sözünün bana çok faydası oldu.”İmâm-ı Şâbî’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmâm-ı A’zam önce kelâm ilmini, îmân ve îtikâdı ve münazara bilgilerini Şâbî’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. İmâm-ı A’zam’ın talebesi Züfer bin Hüzeyl şöyle demiştir: “Hocam Ebû Hanîfe der ki: Önce kelâm ilmini öğrendim. Bu ilimde parmakla gösterilir bir dereceye ulaştım... Daha sonra Hammâd bin Ebî Süleymân’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladım...” Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O’na dâimâ hamd olsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm... Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimlerle, fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin icaplarını yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkhı bilmekledir. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir.”İmâm-ı A’zam, fıkıh ilmini Hammâd’dan öğrendi. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu’mân’dan başka kimse oturmayacak derdi.İmâm-ı A’zam’ın hocası Hammâd, fıkıh ilmini İbrâhim Nehaî’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mes’ûd’dan, bu da Peygamberimizden öğrenmiştir. Hammâd’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu. Bu hususta şöyle demiştir: “Ben, ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla beraber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devam ettim.”
Sayfa: 2/9Hocası Hammâd’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medîne’de çoğu Tâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bâkır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bâkır ona bakıp; “Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur.Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bâkır, ondan sonra da Silsile-i âliyyenin büyüklerinden olan Ca’fer-i Sâdık’tan öğrendi. Yüksek makâmlara kavuştu. Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Âbbâs’ın ilmini, Mekke fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh’tan ve İkrime’den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in âzatlısı Nâfi’den öğrendi. Böylece, Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Mes’ûd ve hazret-i Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi.İmâm-ı A’zam bir gün Halîfe Mansûr’un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ bin Mûsâ, Mansûr’a; “Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır.” dedi. Halîfe Mansur; “Ey Nu’mân, bu ilmi kimden aldın?” diye sorunca, o da şu cevâbı verdi: “Hazret-i Ömer’den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer’den; hazret-i Ali’den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ali’den; Abdullah bin Mes’ûd’dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes’ûd’dan aldım.” Bunun üzerine Halîfe Mansûr; “Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbâından almışsın.” dedi.İmâm-ı A’zam, başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ Hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür.İmâm-ı A’zamın hocası Hammâd bin Ebî Süleyman vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A’zamın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd’ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.Talebeleri: İmâm-ı A’zam, hocası Hammâd’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların bütün müşkillerini çözen yegâne mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Fâris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.İmâm-ı A’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Hergün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle (öğle vakti bir miktar uyuma) yapıp, öğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele alenî (açık) olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir. Dînî bir mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnâda Kûfe mescidi tekbir sadâlarıyla inlerdi.Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usûl ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın eski hâdiselere âit bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzâkere yapılır, diğer taraftan yeni hâdiselere âit hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hâdiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vukû bulabilecek hâdiselere âit hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla İmâm-ı A’zamın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan hâlin meselelerinden başka, geleceğe âit meselelere geçilmiş ve fıkhın küllî (genel) kâideleri tesbit edilmiştir.
Sayfa: 3/9İmâm-ı A’zam’ın ders halkasında çözülen fiilî ve nazarî fıkhî meseleleri yarım milyona ulaşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahiv ve hesaba (fen ilimlerine) âit öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi âciz kalmışlar, hayranlıklarını ifâde etmişlerdir. Çözülen fıkhî meseleler cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da nevilerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta tahâret bahsiyle ibâdetler, münâkehât, muâmelât, hudûd (had cezâları), ukûbât, sulh, cihad ve devletler hukûku, ferâiz, yâni mîras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.Böylece İmâm-ı A’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usûller koymuş, Ferâiz ve Şurût kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimizden naklen bildirdiği îmân, îtikâd bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlm-i Kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmâm-ı Mâtürîdî ondan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı (Bkz. İmâm-ı Mâtürîdî). Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bâzı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensub oldukları şehirlerini tesbit edip, yazmışlardır.İmâm-ı A’zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetişirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu ilmî bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellîsisiniz.”, buyururdu.Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A’zama devlet idâresinde bir vazife vermek isteyerek bu hususta zorlamıştır. Fakat İmâm-ı A’zam bir takım sebeplerden dolayı bu vazifeyi aslâ kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, hicrî 130 (M. 747) yılında Mekke’ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke’de de talebelere ders ve fetva vererek ilmî mütâlaalar yaptı. Daha sonra Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe’ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devâm etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayılarak müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamberimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.Başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhur Yâkûb bin İbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyat bin Yezid el-Advî, Kâsım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibbân bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.İctihâdı (Mezhebi): İmâm-ı A’zam, fıkhı; “Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak” diye târif etmiştir. Bu târife göre fıkhı tesbit etmek için, Edille-i şer’iyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yâni Kur’ân-ı kerîm, Sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcmâ-ı Ümmet (Eshâb-ı kirâmın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukahâ (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamak)dır (Bkz. İlgili maddeler).İmâm-ı A’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yâhut da cevabı bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu. Önce Kur’ân-ı kerîm’e bakar, hükmü aranan meselenin işâret yoluyla, iktizâ yoluyla, ibâre yoluyla veya delâlet yoluyla cevâbı varsa meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’ân-ı kerîmde delil bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa İcmâ-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şâyet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyâsa başvurur ve kendisine mahsus olan istihsan kâidesiyle hüküm verir ve meseleyi çözerdi. (Bkz. İctihâd)
Sayfa: 4/9İşte İmâm-ı A’zam Ebû Hanife; en mükemmel usûllerle yaptığı uzun çalışmaları ve ictihadı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların ibâdetlerinde ve diğer işlerinde İslâmiyete doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefî Mezhebi”denildi.(Bkz. Hanefî Mezhebi)İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: “Bütün Müslümanlar İmâm-ı A’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.” (Yâni, bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi İmâm-ı A’zam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır).Yaşadığı devrin özellikleri: İmâm-ı A’zamın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamanına isâbet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi. Emevî devletinin son bulup, Abbâsî devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhit oldu. Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A’zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti. Diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyûn” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında Şiî, Hâricî, Mürcie, Mûtezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hattâ ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münâzara edenler, aldıkları iknâ edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.Şahsiyeti ve büyüklüğü: İmâm-ı A’zam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsî düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir.İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe nefsine tam olarak hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfûz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.Hâsılı İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin Müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îtikâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.İmâm-ı A’zam, İslâm dînine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslâmiyeti îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce îtikâdda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.Buhârî ve Müslim’deki bir hadîs-i şerîfte; “Îmân, Süreyya yıldızına çıksa, Fâris oğullarından biri elbette alıp getirir.” buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı A’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yâni Eshâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tabiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tebe-i tâbiîndir).” buyruldu. İmâm-ı A’zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen Tâbiînden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrât-ul-Hisân, Mevdû’ât-ül-Ulûm ve Dürr-ül-Muhtâr da yazılı olan hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
Sayfa: 5/9Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır.Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nu’mân bin Sâbit’tir.Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir.Hazret-i Ali de; “Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim Şiîler de, Ebû Bekr ve Ömer için helâk olacaklardır.” buyurdu.İmâm-ı A’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medh etmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır:Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik’in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır, dese isbat eder.” dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe’nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı.Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: “Hasan bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Allahü teâlâya yemin ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyen sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”Hâfız Muhammed ibni Meymûn der ki: “Ebû Hanîfe’nin zamanında ondan ârif ve fakîh yoktu. Yemin ederim ki, onun mübârek ağzından bir söz duymağa yüz bin dinar (altın) veririm.”İbn-i Üyeyne; “Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kûfe’de Ebû Hanîfe’nin talebesindedir.” demiştir.Dâvûd-ı Tâî’nin yanında Ebû Hanîfe’den konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”Hafız Abdülazîz ibni Revvâd der ki: “Ebû Hanîfe’yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebindedir. Ona buğz eden, kötüleyen bid’at sâhibidir. Ebû Hanîfe bizimle insanlar arasında miyârdır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sâhibi olduğunu anlarız.”İbrâhim bin Muâviye-i Darîr der ki: “Ebû Hanîfe’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebû Hanîfe adâleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini çözerdi.”Hakikate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; “Eğer Mûsâ veÎsâ aleyhimesselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.” buyurmuştur.İmâm-ı Şâfiî; “Ben Ebû Hanîfe’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.” buyurmuştur.Ahmed ibni Hanbel; “İmâm-ı A’zam, verâ (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyâya düşkün olmayan), îsâr (cömertlik) sahibiydi. Âhirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.” buyurmuştur.İmâm-ı Mâlik’e; “İmâm-ı A’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler, diye hep meth ederim.” buyurmuştur.İmâm-ı Gazâlî; “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârif idi. Takvâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi.” buyurmuştur.Yahyâ bin Muâz-ı Râzî anlatır: Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve; “Yâ Resûlallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevâbında; “Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara.” buyurdu.
Sayfa: 6/9İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: “İmâm-ı A’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sahibi, sünnete uymakta ictihad ve istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A’zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine (ictihâdına tercih) ederdi.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde’ ve Meâd risalesinde de şöyle buyurur: “Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan âciz olduğumuz o büyük imâmın şânından ne yazayım! Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En müttekîsi (Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şâfiî’den de, Mâlik’ten de, İbn-i Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”Yine İmâm-ı Rabbânî ve Muhammed Pârisâ buyurdular ki: “Îsâ aleyhisselâm gibi ülülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîniyle amel edince ve ictihad buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A’zamın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A’zamın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şâhittir”.Son asrın, zâhir ve bâtın (kalp) ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî buyurdu ki: “İmâm-ı A’zam, İmâm-ı Yûsuf veİmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; “O iki sene olmasaydı, Nu’man helâk olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sâdık’tan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte; “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” buyuruldu. Vâris, her hususta verâset sâhibi olduğundan, zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemâldeydi.”İslâm âlimleri, İmâm-ı A’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, O’nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.İslâm dünyâsında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelâm, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri tesbit etti. Böylece O’nun asrında zuhûr eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmâm-ı A’zamdan önce İslâmiyetin ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşıyan salih ve temiz Müslümanların ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi. İlk yıllarda ilimlerin kâğıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslâm âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücud bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan îmân (îtikâd), ibadet ve ahlâk bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahûdilik, Hint inançları, Mecûsilik ve benzeri bozuk yolların İslâmiyeti içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi başgösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet hâlini aldı. İmâm-ı A’zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Şia, Mu’tezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslâmiyeti her bakımdan doğru, berrak hâliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A’zam’ın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imâmları, İslâm âlimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yad edilmiş, bu büyük imâm “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmâm-ı A’zam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır.Takvâsı ve menkıbeleri: İmâm-ı A’zam ticâret yapardı. Onun kanâatkarlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu hazret-i Ebû Bekr’e benzetirlerdi. Ticâreti ortakları ile berâber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allah’a hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cumâ günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır.” buyurdu. Orada bin akçe vardı.
Sayfa: 7/9İmâm-ı A’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevâbında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım.” dedi. İmâm-ı A’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et!” dedi.Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı A’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyâta verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi mâliyeti fiyâtına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; “Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok.” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı A’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder, deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.İmâm-ı A’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâ’be-i muazzama içine girip burada iki rekât namaz kıldı. Namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak; “Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek duâ etti. O anda bir ses işitildi ki: “Ey Ebû Hanîfe sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.” buyruldu. Her gün ve her gece Kur’ân-ı kerîmi bir kere hatmederdi, sonuna kadar okurdu.Kûfe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmâm-ı A’zam bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Göz yaşlarının hasır üzerine yağmur gibi düştüğü duyulurdu.Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün polisler onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Buraya teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: “Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfiydi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam o gence; “Bak biz seni unutmuyoruz.” diyerek ona bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.İmâm-ı A’zam’ın Kur’ân-ı kerîm’e vukûfiyeti o kadar derindi ki, bir defasında bir iş için evinden çıkıp atına binmek üzereyken bir kadın gelip suâl sordu. Bir an düşünüp kadına; “Kur’ân-ı kerîmi baştan sona kadar düşündüm. Senin suâlinin cevabı Kur’ân-ı kerîmde açıkça yok. İstersen biraz bekle, ben hemen geleceğim, senin suâlinin cevâbını veririm.” dedi. Sonra gelip gerekli cevâbı verdi.İmâm-ı A’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadîs-i şerîfte, “Âlimlerin kanı zehirlidir.” buyrulan âlimlere dahil miyim?”dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.İmâm-ı A’zamı hased eden (çekemeyen) biri, onu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti. İmâm-ı A’zam bu dâveti kabul edip talebelerine, ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında davet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A’zam, ellerini yıkamak için nehre gitti, talebeleri de onu tâkip ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemekten yiyip zehirlendiğini görerek yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar. Böylece bir sünnete (yâni, yemekten önce el yıkamaya) uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören dâvet sahibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.İmâm-ı A’zam, bir gece rüyâsında Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rüyâsını Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Sîrîn’e gidip anlattı. İbn-i Sîrîn; “Bu rüyânın sahibi sen değilsin, bunun sâhibi Ebû Hanîfe olsa gerek.” dedi. “Ebû Hanîfe benim!” deyince, İbn-i Sîrîn; “Sırtını aç göreyim.” dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; «Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “ben” bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder.» buyurdu.” dedi.
Sayfa: 8/9Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mesciddeyken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.Allahü teâlâyı inkar eden bir dehrîye (dinsize) İmâm-ı A’zam şöyle demiştir: “Sana birisi, ben kasırgalı bir havada, dalgaları çok şiddetli olan bir deniz üzerinde, içinde kaptanı ve mürettebâtı olmayan, fakat kendiliğinden deniz üzerinde doğru istikamete giden bir gemi gördüm dese, acaba bu kimsenin söylediği şeye, doğru, diyebilir misin?” Dehrî; “Hayır, bunu akıl ve mantık kabul etmez, bu asla mümkün değil! Onu bir sevk eden olması lâzımdır.” deyince, İmâm-ı A’zam; “O halde bu muazzam kâinâtın ve onda cereyan eden mükemmel hâdiselerin yaratanı olan Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin?” dedi. Dehrî, bir şey söyleyemedi ve düşüp bayıldı.SeyyidMuhammed Bâkır ile görüştüklerinde, Muhammed Bâkır, İmâm-ı A’zam’a; “Sen ceddim Resûlullah’ın dînini, kıyasla değiştiriyormuşsun?” deyince, İmâm-ı A’zam; “Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makama oturunuz, benim size hürmetim var.” dedi. Bunun üzerine Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A’zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı A’zam; “Size üç suâlim var, cevap lütfediniz.” deyip; “Kadın mı daha zayıftır, erkek mi?” diye sordu. O da, “Kadın daha zayıf.” dedi. Tekrar; “Kadının mirasta hissesi kaç?” dedi. “Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır.” deyince, İmâm; “Bu, ceddin Resûlullah’ın kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadis ile) amel ediyorum.” dedi. Sonra:“Namaz mı daha faziletli, yoksa oruç mu?” diye sordu.“Namaz daha faziletli.” diye cevap verince, İmâm-ı A’zam; “Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.” dedi. Tekrâr:“Bevil mi daha pis, yoksa meni mi?” diye sordu.“Bevil daha pistir.” diye cevap verince, İmâm-ı A’zam; “Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadise aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah’ın dînini değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun.” dedi. Nass (Kitaptan ve sünnetten delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır, onu kucaklayıp alnından öptü.İmâm-ı A’zam hazretleri, oğlu Hammâd’la berâber terâvih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesâfe 3 mil (yaklaşık 6 km) idi. Bir defâsında İmâm-ı A’zamın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmâm-ı A’zam hazretleri gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin.” deyince, İmâm-ı A’zam; “Ben annemin emrine muhâlefet etmem.” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevâbı nedir?” diye sordu. İmâm-ı A’zam meselenin cevâbını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir.” dedi.Ali bin Ca’de, Ebû Yûsuf’un şöyle dediğini nakleder:Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp İmâm-ı A’zam’ın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir.” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi hâline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kâdılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Hârûn Reşîd bana; “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler.” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de İmâm-ı A’zamla ilgili olan o hâdiseyi anlattım. Hârûn Reşîd bunun üzerine; “Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalp gözüyle görürdü.” dedi ve hocama rahmetle duâ etti.
Sayfa: 9/9Vefâtı: Ömrünün son yıllarında Abbâsî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A’zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu. H. 145 yıllarında vukû bulan hâdiselerden sonra Halîfe Mansûr, onu Kûfe’den Bağdad’a getirterek, kendisinin haklı olarak halîfe olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reisliğini verdiğini bildirdi. İmâm-ı A’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyâset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr, İmâm-ı A’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden korktu. Nihayet İmâm-ı A’zam zehirlenmek sûretiyle, 767 (H. 150) senesinde, yetmiş yaşındayken şehid edildi.Vefât ettiği yerde Kur’ân-ı kerîmi yedi bin kere hatim etmişti. Vefât ederken secde etti. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdat kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakîhimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!”Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazlaydı. Gelenler çok kalabalık olduğundan ikindiye kadar altı defa cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırmıştı. Bağdat’ta, Hayzeran Kabristanının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtından dolayı çok üzüldüler. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefât haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar.” dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, onun şanının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: “Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşurum.”“Yüz elli senesinde dünyânın ziyneti gider.” hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A’zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte İmâm-ı A’zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Harezmî İmâm-ı A’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.Eserleri:İmâm-ı A’zamın eserleri pekçok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf’un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin toplayıp yazdığı Zâhir-ür-Rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir. (Bkz. Ebû Yûsuf ve Muhammed Şeybânî)1. Risâle-i Redd-i Havâric ve Redd-i Kaderiyye: İmâm-ı A’zamın usûl-i dinde ilk yazdığı eserdir.2. El-Fıkh-ul-Ekber: Akâide dâirdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddîn bin Behâeddîn tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap İhlâs A.Ş. tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevî, Ebü’l Müntehâ ve İmâm-ı Mâtürîdî tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.3. El-Fıkh-ül-Ebsat: İmâm-ı A’zam bu eserinde istitâ’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.4. Er-Risale li Osman Büstî: Eserde îmân, küfr, ircâ ve va’îd meseleleri açıklanmıştır.5. Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet îtikâdını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.6. Vasiyyet-i Nûkirrû: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemâatin hususiyetleri anlatılmakta, akâid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammâd’a ve talebesi Ebû Yûsuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnâmesi vardır.7. Kasîde-i Nûmâniyye.8. El-Asl.9. El-Müsned-lil-İmâm-ı A’zam Ebî Hanife.Buyurdu ki:“Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir.ÇünküAllahü teâlâ, iyiliği mükâfatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibârettir.”“İnsan, her şeye şifâ veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine devâ olması için ilâç kullanır. Çünkü ilâç bir sebeptir. Şifâsını verecek olan ise Allahü teâlâdır.“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belâya uğrarsa, gizli veya âşikâr; “Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin?” diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de âşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murâkabe edemezler.”Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip Basra’ya giderken Ebû Hanîfe ona şu vasiyetlerde bulunmuştur: “Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!..”“Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde senin etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilâfını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”“Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğretti&#